17 Haziran 2011 Cuma

DAĞITICI ADALET Mİ, DENKLEŞTİRİCİ ADALET Mİ , EŞİTLİK Mİ ?

Yönetme konumunda olan etkili ve yetkili siyasilerimiz ne kadar adalet ilkeleri ve eşitlik kavramına önem verirler bilinmez ama ; Önümüzdeki günlerde, yeni kurulacak Akparti Hükümetini, adaletli davranarak, geniş halk kesimlerinin kalkınmadan daha fazla pay almalarını sağlamaları hususunda uyarmak gerekiyor.

Herkesin farkında olduğu gibi, dağıtıcı adalet ilkesi gözetilerek bugüne kadar uygulanan ekonomi politikaları ile, zengin daha zengin oldu, sabredenler ise, hep dar ve sabit gelirliler oldu.

Mutlaka, önceki Akparti Hükümetinin hakkını da teslim etmek gerekiyor. Global krizlere rağmen, ekonomimizi düzgün yönettiler. Refahtan, kalkınmadan yeterince pay alamasalar da, fakirler, uygulanan sosyal politikalarla en azından ezilmediler, yok olmadılar, ayakta tutuldular. Artık bu sabırlarının karşılığını almak istiyorlar, ülkemizin kaynaklarının dağıtımından daha fazla pay almak istiyorlar.

Tabii ki haklılar, sevineceklerini, umutlarını kaybetmeyeceklerini Sayın Başbakanımız, seçim sonuçlarının ortaya çıktığı akşam ki balkon konuşmasında satır aralarında dile getirdi zaten. Fakat, yeni kurulacak hükümetin önceliğinin, işsizliğin önlenmesi yanın da, milletimizin büyük çoğunluğunu oluşturan sabit ve dar gelirlilerin, milli gelirden, kalkınmadan, refah’tan daha fazla pay almalarını sağlamak olması gerekir. Bahsettiğimiz öyle büyük rakamlar değil, gelirlere seyyanen eklenecek ilave ücret artışlarıdır. En az alan emekli, işçi ve memurlara, sosyal politikaların anayasal emri gereği olarak, sürdürülebilir bir gelir artışının sağlanması zorunludur. Sağlanacak bu gelir artışı, tüketime de yansıyacağı için esnaf, üretici de gelir artışına kavuşacaktır. Bu durum kağıt üzerinde kalan milli gelir ve kalkınma rakamlarının, reel olarak halkımıza yansıması sonucunu doğuracaktır.

Halkımızın refahı artmakla, zenginlere olan olumsuz bakışının önüne geçilecek, suç oranları azalacak, huzur ortamı herkesi mutlu edecektir. Önümüzde kötü örnekler var. Dünyanın değişik ülkelerinde , Ortadoğu Ülkeleri ve bir kısım Avrupa Ülkeleri gibi ekonomik ve sosyal kaosa sürüklenmiş bir çok ülke de çıkan olaylarda, herkes zarar görmekte , huzur ortadan kalkmaktadır.

Biz de bu olayları yaşamak istemiyorsak, yeni dönemde kurulacak hükümetimizin, ülke kaynaklarının denkleştirici adalet ilkesi gözetilerek, adil dağıtılması ile eşitliğin sağlanması hususuna azami dikkat etmesi gerekiyor. 17.06.2011 Av. İbrahim Ethem ERÇAKIR

7 Mayıs 2010 Cuma

[Röportaj] Prof. Dr. Serap Yazıcı: Görmediğimin farkında değilim


[Röportaj] Prof. Dr. Serap Yazıcı: Görmediğimin farkında değilim



Prof. Dr. Serap Yazıcı, 1963 Ankara doğumlu, 1998'den beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesi. AKP'nin sivil anayasa yapması için görevlendirdiği bilim kurulu üyesiydi. Kendisini o vesileyle televizyon ekranlarındaki, akıcı ve bilge konuşmaları, demokrat tavrı, kocaman siyah gözlükleri, görme engeline rağmen bedeninden enerji fışkıran bir bilim insanı olarak tanıyıp sevdim. Bugüne kadar kendisiyle uzmanı olduğu anayasa hukuku üzerine konuşuldu. Dünya tasavvurunu ve kendini var etme biçimini ilk kez bu söyleşide paylaştı.

Boğazdaki evine konuk olduğumda sadece akıllı değil, duyarlı, zarif ve hoş bir kadınla karşılaştım. Gazete, kitap ve internet dünyasından hiç kopmuyor. Tam zamanlı ya da yarı zamanlı çalışan yardımcıları var. "Onları dinliyorum" ya da "bana okuyorlar" demiyor, "ben okuyorum" diyor. Zaman zaman bir roman kahramanıyla konuştuğumu düşündüm. Bana güvendi, yazılmamak kaydıyla özelini de paylaştı. Acısını taşıma biçimindeki asaleti, üçüncü kişiler onu ne kadar üzerse üzsün onların haklarını da gözetme titizliğini görünce, ne kadar özgüveni yüksek biri olduğunu daha iyi anladım. Pek tabii ki emanete hıyanet etmiyorum. Ne kadarının bilinmesini arzu ediyorsa o kadarını sizlerle paylaşıyorum.

Açık oturumlardan, röportajlardan sizinle ilgili bazı izlenimler edindim. Bunlardan biri çok çalışkan olduğunuz...

Doğru çalışmayı çok seviyorum. Pazar da dahil olmak üzere, gece ve gündüz çalışırım. Bir sağlık sorunu nedeniyle, pazarları bir süre önce çıkardım. Alışkanlığım bu benim. Çalışmayınca ne yapılır, onu da çok bilmiyorum. Dinlenmem gerektiği zaman yine dinlenmem, ev işi yaparım. Boş duramam.

Tabi okumaya olduğu gibi ev işleriniz için de bir yardımcınız vardır.

Var. Ama ben yapamadığım için değil. Vaktim olamadığı için. Yoksa ben, her işimi 5 yıl öncesine kadar kendim yapıyordum.

Temizlik dahil.

Evet. Ama artık enerjim sınırlandı. (Gülüyor)

Bu bir çeşit hayata meydan okuma mı?

Meydan okuma değil de, hayatta tek başına kalabilmeye hazırlıklı olmak her zaman.

Hayatta tek başına kalma ihtimalini size düşündüren nedir?

Çünkü çok küçük yaşta annemi kaybettim. Bir insanın en çok nazının geçeceği kişi annesidir. Anneniz yoksa, o zaman sürekli nazınızı çekecek biri de olamaz.

Kaç yaşındaydınız?

13.

O zaman gözlerinizi kaybettiğiniz kaza olmuş muydu?

Hayır aynı kazada.

Bu çok büyük bir travma tabii.

Ben travma olarak görmüyorum. Belki öyledir bilmiyorum ama öyle yaşamadım.

Anneyi kaybetmek tek başına vahim bir olayken, bir de gözleri kaybetmek...Bunun travma olarak yaşanmayışını nasıl izah edebilirim?

Bunun izahı zor. Ben izah edemiyorum. Yaşadığım tecrübelerden şunu görüyorum ki insanlar çok ilerlemiş yaşlardaki kayıplarla daha zor başa çıkabiliyorlar. Daha küçük yaştakilerle belki başa çıkmak o kadar zor değil. Ben bu kayıpları yaşadığım yaş bakımından şanslıydım. Çok ortalama bir yaş.

Ne çocuk, ne genç...

Evet. Daha kolay başa çıktım. 7-8 sene önce babamı kaybettim. İşte o benim için travma oldu.

O kazayı anlatmak sizi üzer mi?

Üzmez ama bunu herkesle paylaşmak istemem.

Otobüste miydiniz, özel bir araçta mı?

Babamın kullanmakta olduğu özel bir araçtı.

Aracınıza bir başka araç mı çarptı?

Hayır. Biz... Bunları size söylerim ama kamuoyu ile paylaşmak istemem. Anlatabiliyor muyum?

Anlıyorum. Belki aile bireylerini üzmek istemiyorsunuz.

Çok doğru. Çok zeki bir kadınsınız. Onlar bu yönde haberler okudukları zaman çok üzülüyorlar. Çünkü onlar benim görmememe de üzülüyorlar. Ben üzülmüyorum ama onlar üzülüyor. Onları da üzmek istemiyorum.

Kaç kardeşsiniz, ne işle meşguller?

Dört kardeşiz. Ben ikinci kız çocuğuyum. Bir ablam var. Benden sonra yine bir erkek kardeşim, ondan sonra da bir kız kardeşim var. Ablam eczacı. Erkek kardeşim İzmir Senfoni Orkestrası şefi. Çok yetenekli bir genç. Herhalde çocuğum olsa iftihar ederdim. Kız kardeşim grafiker. Şu anda Kanada'da.

Babanız ne işle meşguldü?

Babam hukukçuydu.

Babanızın mesleğini seçtiniz. Rol modeliniz miydi babanız?

Her bakımdan rol modelimdi. Freud çok haklı; kız çocuklarının ilk aşklarını, elektra kompleksiyle açıklarken. Ben babasına gerçekten aşık bir çocuktum. Babama hayrandım ve ondan gördüğüm üstün meziyetleri de onun mesleği ile ilişkilendirerek kendi kendime açıklıyordum. Sanki hukukçu olduğu için babam o kadar özel bir insandı. Haliyle ben de hukukçu olursam, ben de öyle olabilirim gibi bir duygum vardı. İkincisi hukuk, kişiliğime çok uygun. Çünkü adalet duygusu çok güçlü bir insanım. Çok küçük yaşlardan itibaren kendi vicadani değerlerime aykırı bir adaletsiz bir tablo ile karşılaştığımda hep karşı çıkar, onun mücadelesini verirdim. O yüzden aile içinde bana diplomasız avukat derlerdi. Belki çok klasik bir cevap olacak ama hukukçu olmayı daha ilkokul yıllarında kafama koymuştum.

Babanız hukukun hangi dalında görev yapmıştı?

Babam yüksek bürokrattı. Devlet Su İşleri Genel Müdür Yardımcısıydı. Daha sonra Ereğli Demir Çelik Fabrikası'nda Genel Müdür Yardımcısı olarak çalıştı. Ömrünün son 15 yılında da avukatlık yaptı.

Görme yeteneğinizi yüzde kaç oranında kaybettiniz?

Yüzde yüz.

13 yaşına kadarki görsel hafızanızı koruyabiliyor musunuz?

Koruyorum.

Beyne yeni bir veri girişi olmadan o görsellik nasıl korunuyor?

Belki de onu muhafaza edebilmek amacıyla hafıza özel gayret gösteriyor. Mesela ben renklerin hiçbirini unutmadım. Her şeyi gayet iyi hatırlıyorum. Dünya elbette benim onu görme yetimi kaybettiğimden bugüne çok değişti. Bazen düşünüyorum, bir mucize olsa, yeniden görsem şok geçirir miyim diye. Özellikle Türkiye'de görsel alemde çirkinleşmenin olduğunu, çarpık bir yapılaşmanın olduğunu biliyorum. Ama takip ediyorum, dünyanın görsel boyutunu da.

Nasıl?

Her zaman yanımdaki kişilere anlattırarak. Görsel alemle bağımı kesmedim. Aslında benimle birlikte olanlar görmeyi öğreniyorlar. Çünkü ben çok sorgulayınca, onlar görmedikleri şeyleri benimle keşfediyorlar. Böylece görmeye başlıyorlar.

Görmemeyi öğrenmek mi zor, görmeyi öğrenmek mi diye sormaya hazırlanıyordum ben de.

Görmemeyi öğrenmek benim için çok uzakta kaldı. Aslında fazla da güçlük çekmedim. İnancınız neyse ona göre açıklayabilirsiniz. Eğer materyalistseniz dersiniz ki, doğa boşluk kabul etmiyor. Her boşluğu bir şekilde dolduruyor. Değilseniz, bunu Allah'ın bir lütfu olarak kabul edersiniz.

Siz galiba ikinci sınıfa giriyorsunuz. Yine, sormadan söylediniz. Bir sonraki sorum "isyanla mı, inançla mı ayakta durdunuz?" idi. Frekans uyumumuz mükemmel.

Bunu önceden anlamıştım zaten. Çocukluğumdan beri çok inançlı bir insandım ben. Dolayısıyla bu olay inanç dünyamı değiştirmedi.

13 yaşındaki bir çocuğun inancı ne kadar sağlam olabilir ki, onunla ayakta durabilsin?

Bu kendiliğinden gelişen bir seçimdi benim için. İsyan etmek ve sürekli mutsuz olmak mı, kabul etmek ve o şartlara uygun bir mücadele vererek, ayakta kalıp mutlu olmak mı? Bunu şu anda izah ettiğim şekilde net bir muhakeme ile yapmadım. Belki bir iç güdüydü. Ama böyle bir temeli vardı. Ben hiç isyan etmedim. Bunun bir kader olduğunu düşündüm. Tabii orda belli faktörler bana çok yardım etti. Dedim ya babamı çok seven bir çocuktum. Bu babamın kullandığı bir arabada olduğu için, onun üzülmesini hiç istemedim. Onun mutlu olarak hayatını sürdürmesini istedim ve ona böyle de mutlu olunabileceğini göstermek istedim.

Ah canım. Normalde on çocuktan dokuzu babayı suçlar. Çünkü onun yaptığı bir kaza.

Yoo. Ben aksine komadan çıktığım ilk andan itibaren babamın kendisini suçlamaması için, bunun kader olduğuna inanması için babama telkinde bulundum. Ama kendim böyle inanıyordum zaten. İnanmadığım bir şeyi söylemedim.

Müthiş bir öykü bu.

Ben kendimi hiçbir zaman bu tip kelimelerle anmak istemem. Bunu da yine Allah'ın lütfu olarak kabul ederim.

Peki nasıl yetiştirildiniz?

Annem, ev hanımıydı Allah nur içinde yatırsın. Çok muhterem bir hanımefendiydi. Çok disiplinli bir kadındı. Otoriter bir kişiliği vardı. Zaten o bizlere yansıdı. Annem bizi çok disiplinli yetiştirmiş bir kadındı. Son kız kardeşim babamın ikinci evliliğinden. Ama hiçbir zaman üvey kelimesini kullanmıyorum, çünkü babamın eşini de çok seviyoruz. Kardeşimiz de bizim öz kardeşimiz. Annemden bize intikal eden bir özellik var, üçümüzün de hayattaki ilk motivasyonu belki. Yani biz dünyaya sorumluluk penceresinden bakıyoruz. Çünkü gerçekten çok disiplinli bir anneydi. Bizi bakışlarıyla kontrol eden, bir yanlış yaptığımızda kelime sarf etmeyen, bakışlarıyla mesaj veren, ne yapmamız gerektiğini bize hissettiren bir insandı. Kendisini büyük rahmetle anıyorum çünkü bir annenin öğretebileceği birçok şeyi çok kısa sürede öğretebildi bize.

Bazı aileler çocukların küçük kusurlarının altını defaatle çizerek büyütürler. Böylece pekiştirirler o kusurları. Bazıları da engellerini hiç hissettirmeden, onlarla baş etmeyi, dik durmayı öğretirler, zannederim sizin aileniz 2. gruptandı.

Sadece ailem olarak da söylemeyelim. Ben yaşadığım bütün çevre bakımından söyleyeyim. Ben kendimi hiçbir zaman engelli gibi algılamıyorum. Ne bunu bana çevre böyle hissettirdi, ne de ben böyle hissettim. O kelime tabii bir zaruretten kaynaklanıyor, doğru, ortada bir fiziksel problem var, ama ben engelli değilim. Ailem de öyle hissetmedi ve hissettirmedi. Arkadaşlarım, profesyonel çevrem de.

Körlerimiz, Braille alfabesi ile yazılmış eser sayısının azlığından şikayetçidir.

Ben öğrenmedim çünkü ilk andan itibaren onunla hayatı devam ettiremeyeceğimi idrak ettim çünkü her şeyden önce günlük gazete okumak mümkün değildi. Günlük gazeteleri okumayan bir insan hele o yılları düşünün, dünyayı takip edemez. Bugün dahi, görsel ve işitsel basın yayın araçları çok yaygın ama onlar tek başlarına yeterli değiller. Dolayısıyla gazete okumak dahi, bu ihtiyaç dahi Braille öğrenmemek için yeter. Hiç öğrenmedim zaten körler okuluna da gitmedim. Normal okullarda eğitim aldım.

Neden ceza hukuku değil de anayasa hukukunu seçtiniz?

Söylediğim gibi hukukçu olmaya ilkokuldan beri kararlıydım ve arzum çok kuvvetliydi. Bu meslekte ne yapmam gerektiğine aşağı yukarı lise yıllarında karar verdim. Benim lise yıllarım Türkiye'nin 12 Eylül öncesi serüvenine rastlıyor yani siyasallaşmanın, kutuplaşmanın çok yoğun olduğu, bir demokrasi mücadelesinin olduğu yıllar. Tabii ben de o yılların gereği olarak tarafımı belirlemiştim. Vicdani değerlerim ve sosyal adalet duygum bana Marksizm'i çok çekici göstermişti ve sol görüşlüydüm. Sosyal adalet duyguma gerçekten çok hitap ediyordu.

Aynı zamanda da çok inançlı birisiniz. Normal şartlarda sizin sağda durmanız beklenirdi.

Zaten o çok enteresan bir durum. O bir felsefe o bir bütün. O bütünün içinde evet materyalist olmak da var. Kendi kendime geceleri günah çıkarırdım. Allah'ım beni affet diye. (kahkahalar)Dolayısıyla o atmosfer zihnimde ya anayasa hukukçusu olmalıyım ya ceza hukukçusu olmalıyım gibi bir his yarattı. Eğer bunlardan birini seçersem, Türkiye'nin bu problemlerine de daha iyi hizmet edebilirim diye düşündüm. Ama hemen hemen hukuk fakültesine adımımı attığım anda anayasa hukukçusu olmaya karar verdim diyebilirim.

Nasıl?

Aslında benim ilk tercihim Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesiydi. İkinci tercihim de ODTÜ Siyaset Bilimiydi. Şunu hemen fark ettim. Anayasa hukukçusu olmak aynı zamanda siyaset bilimi meseleleriyle de meşgul olmak demekti. Anayasa hukuku alanını seçtiğimde böylece hem ilk tercihimi yerine getirmiş olacak hem de siyaset bilimi merakımı giderecektim. Ceza hukukçusu olmak felsefe ile daha derinden ilgilenmeyi gerektiriyor. Açıkçası felsefeye aynı ölçüde ilgi duymuyorum. Anayasa hukukçusu olmaya karar verişim böyle gelişti.

Mezuniyet sonrası akademisyenliğe geçmeden başka işiniz oldu mu?

Hayır çünkü tek idealimdi bu benim. Hiç tereddüdüm yoktu hatta avukatlık stajım yoktur benim. Yapmadım, düşünmedim.

Hem IQ'nuzun hem duygusal ve ruhsal zekanızın yüksek olduğunu düşünüyorum.

Estağfirullah

Okul hayatınızda hep derecelerle mi mezun oldunuz?

Evet. Bu kazayı geçirmeden önce çok parlak bir öğrenciydim. Kaza geçirdiğim zaman öğretmenlerim ziyaretime gelmişlerdi. Üzüntülerini de beyan etmişlerdi. Onlara ben yine aynı başarıyla devam edeceğim, üzülmenize gerek yok dedim ve öyle de oldu.

Mucize bu.

Mucize değil. Sizin baktığınız cepheden öyle görünüyor olabilir. Ben de başka birinin hayatına bakıyor olsam öyle görürdüm. Ama kendi hayatıma baktığımda bana çok doğal görünüyor. Hatta yapabildiklerimle değil yapamadıklarımla didişiyorum. Daha iyi olabilirdi.

Mesela daha fazla yayınlanmış eserim olabilirdi. Belki az değil ama daha da çok olabilirdi.

İşinizin dışında ne yaparsınız?

Müzik dinlemeyi çok severim. Akademik çalışmalardan boğulduğum zamanlarda ferahlamak için roman okumayı çok severim.

Roman dinlemeyi değil de okumayı ha!

Ben dinlemek demiyorum. Okumak diyorum (Kahkahalar)

Çok güzel. Kuyruk dik. Ben çok sevdim bu kuyruğu. (Kahkahalar)

Çünkü benim hayatımda okumak biraz değişik tecelli ediyor ama netice olarak okumak bu...(Kahkahalar) Şu ana kadar sizin romanlarınızı okumadığım için de mahcûbum.

Estağfurullah. Ona sıra gelmez bu yoğunlukta.

Gerçekten her şeyi aynı gayretle takip etmek isterim. Çok fazla neşriyat var, Türkçe ve yabancı dilde, çok fazla gazete yayınlanıyor. Güzel bir şey ama 24 saati 25 yapamıyoruz ne yazık ki...

Kaç tane gözlüğünüz var?

Çok (Kahkahalar)

Sizi genelde bu büyük gözlükle görüyoruz.

Onlar birbirine benziyorlar. Aslında bu gördüğünüz yeni bir gözlük. Gözlük benim için bir korunma aracı değil aksesuar. Farkındaysanız aksesuarları da çok seviyorum.

Evet, estetik merakınız giyiminizden, takılarınızdan, evinizin düzeninden, seçtiğiniz objelerden anlaşılıyor. Bütün bunları kim seçiyor, nasıl seçiliyor?

Bunların cevabını ancak deneyerek görebilirsiniz. Bir gün isterseniz alışverişe giderek görelim. (Gülüyor) Çok eğlenirim alışveriş yaparken.

Ne istediğinizi bilerek mi gidiyorsunuz?

Ne olduğuna bağlı... Giyimse genellikle zihnimde bir şey vardır. Zihnimdekini bulana kadar da ararım ama hangi mağazalarda benim çizgime yakın şeyler olduğunu bilirim. Alışveriş yapmayı severim ama alışverişte çok da vakit kaybetmeyi sevmem. O mağazalarda da beni tanırlar. Tercihlerimi bilirler, ifadelerimden ne aramakta olduğumu çabuk anlarlar. Kendim seçerim yanımda kimin olduğunun önemi yok.

Elleriniz de bir görme aracı mıdır zaman zaman?

E tabi yani. Dokunma duyusu. Elbette.

Anlatsanıza biraz. Görme yeteneğini kaybeden insanlar diğer duyu yeteneklerini çok geliştirir diye bilinir.

Doğru. Bunu tanımlamak zor, kendiliğinden olan bir süreç. Ancak şunu söyleyebilirim. Ben görmediğinin farkında olarak yaşayan bir insan değilim.

"Çünkü kafamda her şeyi görüyorum aslında..." diye tamamlayayım mı?

Ben öyle iddialı bir cümle kurmayayım (Gülüyor) ama onu fark etmeden yaşadığımı söyleyeyim. Öyle bir boşluk yok yani. Sizin dışarıdan algıladığınız gibi bir dünya değil bu.

Bir karanlık değil aydınlık!

Işığı görebiliyor musunuz?

Hayır hiçbir şey görmüyorum. Bazen sevdiklerime bu espriyi yaparım. Genellikle benim olduğum bir ortamda elektrikler kesildiğinde insanlar suçluluk duyuyorlar bunu fark ediyorum. Ama ben de onlara şunu söylüyorum "Siz müsrif insanlarsınız, masraflısınız. Benim içimde 24 saat aydınlık var, ampule ihtiyacım yok. (Kahkahalar)

Biri ile konuştuğunuzda ona bir tip biçer misiniz kafanızda? Ne giydiğini, nasıl bir stili olduğunu?

Ne giydiği şeklinde değil ama genellikle fiziksel özelliği zihnimde bir imaj olarak belirir. Çoğu kez de yakınlarıma sorduğumda birebir örtüştüğü gibi bir sonuç da ortaya çıkar. O zaman da biraz korkuyorum. (Gülüyor)

Niye?

Ürküntü verici bir şey.

Hediye bu ama aynı zamanda...

Hediye ama bunu pek telaffuz da etmeyi istemem. Çünkü hediyeler gizli kalmalı. (Gülüyor)

Verdiğiniz resim çok güçlü, mazeretlerin ardına saklanmayan bir kadın... Bu resmin arka yüzünde, ağlayan, kırılganlıkları olan bir kadın da var mı?

Elbette. Ben de bir insanım. Sadece kendimle ilgili olaylar değil, başkalarının sorunları da beni çok incitir ve üzer. İzlediğim bir film, okuduğum bir roman... Başkasının hayat hikâyesinde ortaya çıkan herhangi bir sıkıntı... Zaten belki dünyanın ve Türkiye'nin pek çok toplumsal meselesine olan duyarlığım da bu yüzden... Tabii fotoğrafın görünmeyen tarafında çok duygulu bir insan var. Fakat ağladığım anda gülerim de... Küçük bir çocuk, bir yandan ağlarken nasıl gülerse, ikisini birden çok derinden yapabilirim.

Nasıl bir hocasınız?

Bunu belki öğrencilerime sormak daha doğru olurdu ama...

Onları Ekşi Sözlük'ten okudum.

Onlar benim için çok kıymetli. Ben öğrenmeyi çok seven bir insanım. İnsanın sonsuz tekâmülüne inanıyorum. Benim için hayatta anahtar kelime tekâmül. Çünkü yakın bir geçmişe baktığım zaman, ne kadar eksik olduğumu hissedebildiğimden, öğrenmenin bize verilmiş sonsuz bir armağan olduğunu düşünüyorum. Öğrenmeyi çok seviyorum. Öğrenmeyi çok sevdiğim için de öğretmeyi çok seviyorum. Sadece öğrencilerime öğretmek, akademik bir şey değil, ben doğruluğuna inandığım her şeyi insanlara öğretirim. Çok güzel bir yemek yemişsem, onu kendim tatbik etmişsem onu bir arkadaşıma bütün ayrıntılarıyla tarif eder öğretirim o da aynı güzelliği tatsın diye. Dolayısıyla öğrencilerime de ders verirken, öğrenmenin coşkusuyla birlikte öğretiyorum. Çok severek yaptığım bir şey. Ümit ediyorum ki onlar da benim hocalığımdan aynı şekilde zevk alıyorlardır. Onlara her zaman söylediğim bir şey var. Anayasa hukuku elbette çok ciddi meseleleri olan bir alan... Hukukun kendisi zaten başlı başına ağır bir dal. Anayasa hukuku yeterince ağır bir alan... Böyle olunca derslerde ciddi şeyler konuşmuş oluyoruz. Zaman zaman öğrencilerim söylerler, size gülmek çok yakışıyor ne olur gülün hocam derler.

"Bazen çok monoton konuşuyor sonra bir kahkaha atıyor ortalık çınlıyor" diye yazmışlar.

Benim fıkra anlatma kabiliyetim yok. Bir fıkrayı bin kere de dinlesem unuturum. O konuda maalesef zihnim kapalı. Öğrencilerime şunu söylerim. Ben size fıkra anlatamam sizi güldürecek bir şey yapamıyorum. Siz istiyorsanız bir ara verelim. Güzel bir şey anlatın hep birlikte gülelim. Maalesef ben derste ciddi bir insanım. Arzu ederdim daha esprili olabilmeyi, o esprilerle onları daha canlı tutabilmeyi... Tabii yaş ilerledikçe hoca da sınıfta galiba daha esprili, daha esnek ve rahat oluyor. Belki bu mesleğe ilk başladığım yıllara kıyasla daha çekilir bir hocayım diyebilirim.

Biraz da notu kıt bir hocasınız sanırım.

Öğrencilerime göre notum kıt ama onlar nasıl kağıt okuduğumu bilmedikleri, bazen de ne yazdıklarını tahmin edemedikleri için böyle söylüyorlar. Takdir edersiniz ki hukuk çok ciddi bir meslek. Tıp mesleği gibi insan hayatında doğrudan doğruya etkili olan bir meslek... Nasıl bir tıp hekimi hastasının problemini yanlış teşhis eder, yanlış bir tedavi uygularsa, ortaya çıkan tablo vahim olursa, aynı şeyler hukuk insanı için de geçerli. Bir hukuk insanı bir problemi doğru tespit edemezse uygulayacağı çözüm doğru olmayacaktır. Çözüm zannettiği şey sorun yaratacaktır. Bir insanın hayatında çeşitli hak ihlalleri ve çeşitli mağduriyetler olabilir ki en az insanın bedeninin zarar görmesi kadar ciddi bir şey bu. O yüzden öğrencilerimize biz kendi alanımızın teknik ayrıntılarını öğretirken de çok titiz olmamız gerekiyor, onları imtihan ederken de çok titiz olmak zorundayız. Sonuç olarak hukuk fakültesinden mezun olan bir genç, hâkim olabilir adaleti dağıtan makamda yer alır. Savcı olabilir. Yani devlet adına suç kovuşturmasını başlatan kişi olur. Avukat olabilir, hakkı ihlal edilmiş bir kişinin haklarını savunmak için... Bu üç alan insan hayatıyla doğrudan ilgili... Öğrenciye verdiğiniz ehliyetten sorumluluk duyuyorsunuz. O yüzden öğrencilerin kâğıtlarını okurken çok titiz davranıyorum. Yine okumuşsunuzdur Ekşi Sözlük'te, ben derse katılan öğrenciye daima artılar veririm ve yıl sonunda mutlaka o artıları kağıtlarına yansıtırım.

Edebi bir şeyler yazmayı denediniz mi? Hikaye, şiir?

Yazarsam yazabileceğimi hissediyorum ama orada bir şey engel oluyor. Söyleyeyim neden denemediğimi. Edebiyat yazarın kağıtla baş başa olmasını gerektiren bir alan. Araya biri girmemeli. Ama benim hayatımda yazma fiili şöyle işliyor: Ben birine dikte ediyorum ve o yazıyor. Tabii sonra noktalama işaretlerini hep ben düzeltiyorum. O iç aleminizi hayal üzerine, birine dikte edemezsiniz. Hayal edebilirsiniz. Ama onu bütün çıplaklığı ile dikte edemezsiniz. Arada bir izleyici olur. Siz roman yazıyorsunuz, bilirsiniz. Yazdığınız anda onun bir seyircisi olmamalı. Akademik yazıda böyle bir şey hissetmiyorum. Çünkü ben bilim üzerine yazıyorum. Orada benim hayallerim yok. Zaten bir gerçeklikten hareket ediyorum. Bilinmeyen bir şey de söylemiyorum. Bilinenler üzerinden yeni bir şeyler üretmeye çalışıyorum.

Körlere has laptoplar yok mu?

Onları hiç denemedim. Denemeyi de istemem. Ben bir süre İngiltere'de kaldım. Orada da burada olduğu gibi bana okuyan insanlar vardı. İngiliz hükümetinden bir burs kazanarak gitmiştim. Biliyorsunuz batı kültürü kişinin mutlak bağımsız hissedebilmesi felsefesine dayanır. Bana bunu önerdiler. Bu 1990'ların başıydı ve o teknoloji vardı. O çok mekanik bir şey. Hiç denemedim dahi. Hala üniversitede genç asistan arkadaşlar şöyle bir program var, hayatınızı çok kolaylaştırır diyorlar. İlgilenmiyorum.

Bu bir özgürlük alanı ve siz bunu reddediyorsunuz.

Tabii ama o aletlerden çıkan ses insan sesi değil. Hiç duydunuz mu? Çok mekanik. Yani kelimeler bozulmuş, insansı duyarlılığını kaybetmiş. Ben mekanik şeyleri sevmiyorum.

Onun için hiçbir zaman öğrenciliğim boyunca da banda kitap okutarak dinlemiş falan değilim. Her zaman benim okuyucum canlıdır. Çünkü o an bir şey yazmak isteyebilirim. Anında yazdırabilmem lazım. Anlatabildim mi?

Dini ritüellerle nasıldır aranız?

Bunu kamuoyu ile paylaşmak istemem.Bence insanın iç aleminde inandığı her ne ise Tanrı diyelim, Allah diyelim, bir sevgili ile olan ilişki kadar çok özel ve saklı olması gerekiyor.

Kilonuza zannediyorum çok dikkat ediyorsunuz. Spor yapıyor musunuz?

Yapıyorum. Bir süre fitness center'a gittim. Daha sonra o çok vaktimi aldığı için, kendime bir yürüme bandı satın aldım. Dumbellarım var. Yer minderim var. Spor hocalarımdan öğrendiğim hareketlerim var. Sporumu çok disiplinli bir şekilde yapıyorum.

Görüldüğünü görmeyen ama görüldüğünde hoşa giden biri olduğunu hissetmek nasıl bir duygu?

Ben insanların estetik duygularının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, gayri estetik olan her şey beni rahatsız eder. Algılayabildiğim ölçüde tabii. Ben de kimse için rahatsız edici bir görüntü sergilemek istemem. O yüzden ben daima derslerime giderken de özel olarak hazırlanırım. Çünkü şunu gayet iyi bilirim. Öğrenci hocası hoş olduğunda, o derse daha çok ilgi gösterebilir. Haliyle biz tabii sadece anlattıklarımızla değil, fiziksel görüntülerimizle de öğrencilerimize ilham kaynağı oluyoruz veya onlar için daha can sıkıcı ya da daha dinamik olabiliyoruz. Onun için özen gösteririm.Herkesin özenli olması gerektiğine de inanırım.

Sizin aynanız kim?

Kendim. Benim aynam da tıpkı ampülüm gibi içimde. Yani biraz tasarruflu bir hayat. Oradan kalan ekonomik değerleri takılara kanalize ediyorum.

Kendinizi, kendinizin dışında en çok kimin aynasında görmekten haz duyuyorsunuz?

Masumların. Dolayısıyla küçük çocukların. Onlar her zaman objektif ve dürüstler.Çünkü onların dünyasında riya yoktur. Onlar iyiyi kötüyü algıladıkları gibi ifade ederler. O yüzden çocukların ifadesi her zaman benim için önemlidir. Ama yakın çevremden soruyorsanız eğer tabii ablam önemli bir figürdür. Hakikatten bir şey bana yakışmadığında veya biraz beni sararmış solmuş gördüğünde bunu objektif olarak söyler. Televizyonlarda izlediği zaman da kilo almışsın dikkat et der.

Aşkın aynasında nasıl görünüyorsunuz acaba?

Biliyorsunuz benim özel hayatım skandal oldu. Fakat insanların sağduyusuna çok güveniyorum. Orada beni rencide etmeye yönelik bir tavır vardı belki ama asıl amacın içinde bulunduğumuz projeyi parçalamak olduğunu düşünüyorum. Bu sadece benimle ilgili bir konu olsa daha fazla konuşurum. Ama benimle bunu paylaşan kişinin saygınlığını bozamam. Ben incinmedim. Saklamadığım bir şey üzerinden vurmaya çalıştılar çünkü. Bunu yapanlar daha çok incinmişlerdir diye düşünüyorum.

Peki şöyle sorayım o zaman. Aşık bir kadın olarak Serap Yazıcı'nın portresi nedir?

O zaman şu kadarını söyleyeyim: Aşkım da inancım kadar kuvvetli. Aşk benim için, ilahi aşkın dünya boyutundaki yansıması. İkisi birbirinden farklı değil. Biri ne kadar sonsuzsa diğeri de o kadar sonsuz. Elif Şafak son kitabında şunu söylüyor. Aşk insana bir lütuftur. Dolayısıyla her şey Allah'ın bir lütfu.

Hiç evlenmediniz değil mi?

Hayır. Evli olmayı isterdim ama engeller oldu. Onları aşamadım.

Çocuk sahibi olmak istediniz mi?

Hayır. Annemi küçük yaşta kaybettiğim için bir başka canlıya aynı tür bir acıyı hissettirmeyi istemediğim için hiç düşünmedim. Bütün çocukları da kendi çocuklarım gibi çok seviyorum. Kendi çalışmalarımın yarattığı şartlar var. Böyle bir çalışma ortamıyla bir çocuk birlikte olamazdı. Çocuk olursa bu çalışmalar olamazdı. Çocuk mutlak surette ihmale uğrardı. Ben modern hayatta yetişmekte olan çocuklar için üzülüyorum çünkü anneler ve babalar çok yoğun çalışıyorlar. Çocuklar çok yalnız olarak büyüyorlar. Biz şanslı bir kuşağız. Biz annemizle babamızla çok vakit geçirerek büyüdük. Bu tabii çok büyük bir nimet.

ZAMAN

17 Ocak 2009 Cumartesi

BATILILARIN MEVLANA HAYRANLIĞI

Batılı insan Mevlânâ'yı neden okuyor ?

"Mevlânâ kabrinden kalkmış İslam'ı anlatıyor. Hem de tüm insanlığa".

Mevlânâ'nın son yıllarda Batı'da en çok okunan şair olduğunu biliyoruz. Çok güzel bir İngilizce ile yapılan tercümeleri yüz binler satıyor. Şiirleri kaset ve CD'lere okunuyor.
Madonna gibi ünlü sanatçılar albümlerinde ondan şiirlere yer veriyor. Böylece hem ona olan sevgi ve saygılarını, hem de onu sevenlere ulaşmayı hedefliyorlar. İşin ilginci ise, onu okuyanların her din, inanç, ırk ve kesimden olması. Hâlbuki daha on yıl öncesine kadar sadece akademik çevreler onu tanıyordu. Bugün ise, Amerikan edebiyat hayatında heyecan verici edebî ve felsefî bir güç olmuş. En önemli yanlarından birisi ise, kimseyi incitmeden mesajını ulaştırması ve herkesi kucaklaması; kimseyi "öteki" olarak görmemesi. Bundan dolayı, Mevlânâ sıradan bir sufi; Hindu, Budist veya Yahudi mistik gibi görülemez. O, kendini gerçekleştirerek insan olmanın zirvesinde olan biridir (insan-ı kâmil). Bu seviyeye çıkmış insanlar, içinde doğdukları ve büyüdükleri kültür ve ülkenin sınırlarına sığmaz; tüm insanlığa ulaşır ve hitap ederler. Mevlânâ'nın şiirlerinin bugün kiliselerde, sinagoglarda, Zen manastırlarında; New York'un sanat merkezlerinde okunmasının ve yankılanmasının nedeni de budur. Öyle görülüyor k, o tüm insanlığın Mevlânâ'sıdır. Peki, insanlar neden Mevlânâ'yı okuyorlar? Onda ve şiirlerinde neler buluyorlar? On üçüncü yüzyılın Konya'sında yaşamış olan Mevlânâ küreselleşen dünyaya ve çağdaş insana ne verebilir ki?
ŞİİR OKUMAYI SEVMEYENLER BİLE...
Bu sorular birçok insanın zihnini kurcalıyor. Bu sorulara verilecek cevaplar birçok açıdan önemli olacak. Bir yandan Batılı okuyucunun eğilim ve ilgisini gösterirken, diğer yandan Batılı okuyucuya hitap eden veya etmek isteyenlere önemli ipuçları sunacak. Batı'da yaşayan Müslümanlar da bu cevaplardan yararlanabilir. En önemli ve anlamlısı ise, Mevlânâ'nın yaşadığı topraklarda yaşayan, onun teneffüs ettiği havayı soluklayan hemşerilerinin, yani bizlerin çıkaracağı ders olsa gerek.
Amerikalıların Mevlânâ'yı neden okuduğunu ve onda neler bulduğunu merak edenlerden birisi de Shahram Shiva. Mevlânâ'nın şiirlerini ilk kez duyduğunda ona hayran olmuş ve birçok şiirini İngilizceye tercüme etmiş. Shiva, aynı zamanda stand-up programlarında ve özel toplantılarda Mevlânâ şiirleri okuyor. Kaset ve CD'leri de var. İnsanların neden Mevlânâ'yı okudukları konusundaki merakını gidermek ve işin aslını öğrenmek için yaklaşık elli kişinin katıldığı bir çalışma (workshop) düzenlemiş. Katılımcılardan neden Mevlânâ'yı okuduklarını tanımlamalarını istemiş. Her katılımcının söyledikleri dikkatle kaydedildikten sonra sınıflandırılarak değerlendirilmiş. Shiva katılımcıların verdiği cevapları büyük bir dikkatle inceledikten sonra elindeki verileri on iki farklı grupta toplamış. Böylece insanların Mevlânâ'yı okumalarının on iki nedeni ortaya çıkmış:
Entelektüel olmaması: Din her şeyden önce bir duygu işidir. Katılımcılar Mevlânâ'nın akıllarından çok, kalplerine, iç âlemlerine ve adeta kendilerine hitap ettiğini belirtmişler.
Farklı anlam seviyeleri: Katılımcılar Mevlânâ'da çeşitli anlam seviyeleri tespit etmişler. Tıpkı bir gülü sarmalayan yaprak katmanları gibi, onun şiirlerinde de çeşitli anlam boyutlarını keşfetmişler. Mevlânâ'yı okudukça ve öğrendikçe, onun derinliğini daha iyi anlamışlar. Bunun sonucu olarak daha derinlere dalma konusunda cesaretlenmişler.
Vahdet/Birlik: Mevlânâ'nın şiirlerinde akseden birlik, ahenk ve bütünlük onlara çok çekici gelmiş.
Dost ve arkadaş: Katılımcıların büyük çoğunluğu Mevlânâ'yı okurken onu bir arkadaş olarak görmüşler.
Kişisel ilişki: Mevlânâ'yı okumak kişisel deneyim. Daha doğrusu varoluşsal kişisel bir tecrübe. Onun hayranları, âlemin ve kendilerinin anlamını arama ve bulma sürecine katılmışlar. Adeta onun yol arkadaşı olmaya çalışmışlar.
Rahmet ve huzur: Mevlânâ'yı okuyanların ortak bir kanaati ise onu her okuduklarında kalp ve gönüllerini bir rahmet ve huzurun kapladığını bizzat tecrübe etmişler.
Hasret ve özlem: Mevlânâ'nın şiirlerinde mutlak sevgiliye olan aşk ve özlem onları çok etkilemiş. Mesnevi'yi okuyarak ve hissederek onun bu duygularına ortak olmak istemişler.
Aşk ilişkisi: Bazıları Mevlânâ'ya âşık olduklarını itiraf etmiş.
Dinler arası köprü: Katılımcılara göre Mevlânâ, Batı'da yaşayan Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında bir köprüdür. Mevlânâ vasıtasıyla birçok Müslüman, ABD'de toplum nezdinde hüsn-ü kabul görmüş. Mevlânâ'yı okuyan, seven ve ona âşık olan birçok Batılı, ülkelerinde yaşayan Müslümanlarla güzel ve olumlu ilişkiler geliştirmiş. Mevlânâ farklı kesimleri birbirine yakınlaştırmış. Çok kültürlü bir toplumda birlikte yaşamalarına katkıda bulunmuş.
Şiiri sevmeyenler: Bazı katılımcılar aslında şiir okumayı sevmediklerini, ancak Mevlânâ'nın şiirlerini okumayı sevdiklerini özellikle vurgulamış.
Sürece katılma: Katılımcılar Mevlânâ'nın kendini mükemmel bir şekilde ifade ettiğini; kendilerinin de bu süreçte ona sadece katıldıklarını belirtmiş.
Rehber ve mürşit: Katılımcılar Mevlânâ'yı manevi bir rehber ve mürşit olarak gördüklerini vurgulamışlar.
KÜLTÜRLERARASI DİYALOG İÇİN İPUÇLARI
Batı'nın "kendi kurumsal din ve inançlarının ötesinde manevi" bir arayış içinde olduğunu belirten Talat Halman, "Mevlânâ Mevsimi" olarak tanımladığı bu ilgiyi çok güzel özetliyor: "Tasavvuf, insanla Tanrı arasında doğrudan bir ruhî bağ, bir aşk ilişkisi üzerinde durduğu, geleneksel din kurallarını ve kurumlarını aştığı için, saygı ve sevgi görüyor. Buna Mevlânâ'nın insancıllığını, coşkulu ve sevecen şiirini, bağış ve barış ruhunu, insanı gündelik yavan yaşantıların çok ötesine götüren vecdini ekleyin. Bir de sema'nın semavi görkemini..."
Görüldüğü gibi, Batı'nın Mevlânâ'yı okuma nedenleri farklıdır ve bizler için önemli mesajlar içermektedir.
Medeniyetler arası ittifak için bir zemin aranırken, kültürlerarası/dinlerarası diyalog için çalışmalar yapılırken onda çok şey bulacağımız açık. Batı'daki Müslümanlar ise Mevlânâ'yı ve öğretisini tanıdıkları ölçüde bulundukları toplumlarda daha çok kabul görecekler. İslam'ı ve kendilerini anlatmada Mevlânâ'nın bir beyiti, ondan yapılan bir alıntı veya hikâyecik onlara çok yardımcı olacak. Konuşmalarına başlamadan dinleyicilerine ney dinletmeleri her şeyi farklı yapabilir. Asırların, cehaletin ve kötü niyetlerin aramızda inşa ettiği görünmez kalın duvarların nasıl yıkıldığına şahit olacaklar. Batı'daki Mevlânâ hayranlarının ve uzmanlarının öncülerinden olan Kabir Helminski'nin sözleri kulaklarımda çınlıyor: "Mevlânâ kabrinden kalkmış İslam'ı anlatıyor. Hem de tüm insanlığa".

http://www.yeniumuthaber.com/

3 Aralık 2008 Çarşamba

Kırabileceği en büyük putu kırdı !...

“İçimizde de putlar var. Onları göremiyoruz, bizim arzuladıklarımız putlardır” bu sözler Fred A. Reed’in görünmeyen putuna indirilen Hz. İbrahim’in balta darbesi gibiydi adeta.
O darbe sonrası kırılan put bir daha iflah olmadı ama içindeki putu kırarak Müslüman olan yazar Müslümanların putlarla nasıl hâlâ koyun koyuna yaşadıklarını anlamakta zorlanıyor…

Ortadoğu Tarihinin ve Bizans İstanbul’unun yaşadığı en ilginç dönemlerden biri bilimsel tabiri ile ikonaklazma Türkçe tabirle tasvir kırıcılık akımıdır. Tasvir Kırıcılık 700’lü yıllardan 800’lü yıllara kadar bir asırdan fazla zamana damga vuran hareketti. Tasvir Kırıcılık hareketi büyük heyecan uyandırdı ama hurafeye meyilli kitleler karşısında başarılı olamadı. Büyük direnişle karşılandı, geniş çaplı isyanlar çıktı ve kanlı olaylar yaşandı.

Bizans tarihinde Tasvir Kırıcılık hareketi, tarihçiler tarafından 717 yılında tahta çıkan III. Leon ile başlatılsa da (Hareket resmi anlamda fiili olarak ilk kez 726 yılında Büyük Saray Kapılarındaki İsa figürlerinin kaldırılması ile başlar) fikrin oluşum tarihinin daha önce olduğunu tartışmaya gerek yok.

İkonaklazma Hareketi 775 yılında tahta geçen IV. Leon’un evlendiği Yunan Prensesi İrene’nin 780 yılında eşinin ölümüyle ipleri ele geçirmesiyle büyük darbe yedi. Tahta küçük yaştaki oğlu 6. Konstaninus’un geçmesiyle ipleri ele alan İrene, 787’de İznik Konsilini toplatarak İkonaklazma hareketine ilk mahkumiyeti verdirdi. İkonacıların intikamı acı oldu ve tasvir kırıcı imparatorların mezarları bile yağmalandı. Her ne kadar Hazar Leon diye anılan V.Leon bu hareketi küllerinden dirilmek istediyse de sadece tasvirleri yasaklamakla yetinebildi. II. Mihail ve II. Teofilos aynı izden gitmeye çalışsa da ikonaklazma eski gücüne kavuşamadı. Çocuk yaşta tahta geçen II.Mihael’in annesi Teodara yıllar sonra İrene’nin açtığı ölümcül yaraya son darbeyi indiren isim oldu ve 11 Mart 843 yılında Ayasofya’da ikonaların meşrulunu ilan ederek tarihi bir hareketi bitirdi.

"Müslüman olduktan sonra çok daha iyi anladım ki her türlü putperestliğe karşı olmak İslam’ın en büyük mesajlarından biriydi..."Fred A. Reed bu hareketin militan köklerinin Suriye’den filizlendiğine inanarak Ortadoğu’ya geldi ve araştırmalara başladı. Kanadalı Gazeteci Yazar, put kırıcılığın; Hıristiyanlığın ilk dönem sınırları içerisinde yapılan doktrinsel ve teolojik tartışmaların ötesine geçmeyen çalışmalar dışında, araştırılmayan, açıklaması zor, irrasyonel tarihi bir patlama olduğunu fark etti. Bir asra damgasını vuran hareketin oluştuğu dünyayı anlamak ve onu besleyen daha geniş dünyayı keşfetmek için yola çıkan Freed E. Reed, kırabileceği en büyük putu kırdı ve Hıristiyan olarak başladığı çalışmaya nokta koyduğu günlerde İslamiyet’i seçti.

“Müslüman olduktan sonra çok daha iyi anladım ki her türlü putperestliğe karşı olmak İslam’ın en büyük mesajlarından biriydi. Teorik ve entelektüel merakımla başlayan bu araştırma benim için yeni bir anlam kazandı, manevi kişiliğimin bir parçası oldu” diyen yazar Parçalanmış İmgeler adlı eserinde, Peygamber yolundan trajik sapmaların İslam Dünyasını nasıl şekillendirdiğini araştırdığını söylüyor.

Fred A. Reed, İslam alemine “Sünni ve Şiiler arasındaki Hz. Peygamber’in (a.s.m) hilafeti konusundaki farklılıklar, tartışma değil, zamanın politik, sosyal ve ekonomik şartları dahilinde cereyan eden hadiseler olarak araştırma ve analiz konusu olmalı” diye sesleniyor .

Put Kırıcı Hareketi İslamiyet’in doğuşunun şekillendirdiğine işaret eden yazar, bu hareketin Bizans’ta başarısız olmasının kadim kavgayı bitirmediğini belirtiyor ve diyor ki “İkon kırıcıların yenilgisi meseleyi sona erdirmemişti. Yedi yüzyıl uykuda kalmasına rağmen, Katolik Roma’nın hegemonyasını temsil eden dini putları parçalamak Protestan reform hareketiyle yeniden uyanmıştı. Almanya’dan tutun Hollanda’ya kadar Kuzey Avrupa’da heykeller, tablolar, resimler kiliselerden temizlendi.”

Reform hareketlerinde de İslam’ın etkisi olduğuna dikkat çeken yazar, Osmanlıların Luther’de kardeşlik ruhu gördüklerini söylemelerine rağmen, reform hareketini yapanların kendilerini İslam’dan uzak tuttuklarını belirtiyor. Freed A.. Reed, Reformcuların işbirliği yaparken dini değil reel politik gerekçelere göre hareket ettiklerini inancında.

İşbu noktadan hareketle yazarla kitap eksenli olmakla birlikte günümüzün reel politik gelişmeleri ışığında söyleşmeyi tercih ettim. Sonuçta putları ayakta tutan ve insanları putları kırmaktan alıkoyan onlar değil miydi?


Freed A. Reed'e içindeki putu kırdıran kitap Nesil yayınlarınca Türkçe'ye çevrildi...- Sayın Reed, Parçalanmış İmgeler kitabınızı noktaladığınızda yıl 2001. Türkiye büyük bir krizin hatta sizin tabirinizle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük krizin içindeydi. Türkiye, aynı zamanda o günlerde siyasi bir değişimin sancısını çekiyordu. Mevcut iktidar gidiyor, yerine Ak Parti gelmeye hazırlanıyordu. Bugün biz söyleşirken de dünya büyük bir kriz yaşıyor ve Türkiye de bundan en azından psikolojik olarak etkileniyor. Yani yine kriz var ama bugün 2001’de iktidar isteyen parti iş başında ve muhalifleri onu krizle vurmaya çalışıyor. Dışarıdan bir gözlemci olarak bu zıtlığı nasıl yorumluyorsunuz?

- Dünyada hiçbir gelişme tesadüf değildir ama itiraf edeyim ki böyle bir noktaya gelinebileceğini tahmin edemedim. Normal beklentileri ve doğal hesapları karıştıran gelişmeler yaşandı. Şunu söyleyebilirim ki bu günlerde dünyadaki tüm putlar devriliyor.

- Kitabınızda altını çizdiğiniz bir husus var. Bizans’ta put kırıcı iktidar başa geldikten sonra olaylar pek de hesap ettikleri gibi gitmiyor. 10’ar, 20’şer yıl arayla gelgitler yaşanıyor. Putları savunanların direndiğini ve iktidarı yeniden ele geçirdiğini görüyoruz. Şu an o mücadelenin yaşandığı yerdeyiz ama binlerce yıl ilerideyiz. Mahiyeti farklı olsa da yine bir takım putlar kırılıyor. Yani dünya üzerinde pek de değişen bir şey yok gibi ne dersiniz?

-Tarih, her zaman değişik şekillerde tekerrür eder. Ben ikonaklazma faaliyetiyle ilgilendim çünkü bu konu günümüzde en azından sembolik olarak tekrar gündemde. Günümüzde putların etkisini gösterebilmek için tarihin derinliklerine uzanmamın sebebi sadece gözle görünen putların değil fikirler bazında da putların kırılabileceğini gösterebilmektir. Zihinlerdeki putların da kırılabileceğini gösterebilmek için ikonaklazma tarihini inceledim. Nitekim bugün görüyoruz ki fikirlerdeki putlar da kırılıyor. Tüm dünyada özellikle de Batı dünyasında şu anda putlar kırılıyor.

Aslında çalışmaya başladığımda bunu düşünmemiştim. O zaman bu fikir bana henüz açık değildi. Zamanla şekillendi ve son aşamalarda iyice belirginleşti. Başlangıçta fark bazı bağlantıları fark edemedim. Ancak kitabı bitirdiğimde “Hah! İşte bu!”’ dedim.

- Kitabın başlarında “Ben peşin yargılarla geldim” diyorsunuz. Öyle sanıyorum ki bundan kastınız “put kırıcıların” “terörist olduğu” ön yargısı. Hıristiyan’dınız ve put kırıcı hareketin köklerinin Ortadoğu’da özellikle de Suriye havzasında bulunduğuna inanıyordunuz. Yaptığınız araştırmalardan sonra, kitabınızı da bitirmiş olarak bugün burada iki Müslüman olarak söyleşiyoruz. Bugün de put kırıcılık terörizmi ya da şiddeti körükleyen bir unsur diyebiliyor musunuz ?

- Bugün Batı, güce karşı gelen her hareketi terörizm olarak adlandırıyor. Yani ABD’ye ya da İsrail’e karşı iseniz, siz onlar için bir teröristsiniz. Bu bakış açısına katılmak mümkün değil. Ama ben kulelere yapılan saldırıyı da tasvip etmiyorum. Ama bu da bir vaka.

- Kitabı kaleme almak için geldiğiniz yıllarda Afganistan’da tarihi miras olarak korumak istenen Buda heykellerinin yıkılmasına tanıklık ettiniz. Tarihi kültürel miras olarak korumak istenen o heykellere de kulelerin yıkılması gibi mi yaklaşıyorsunuz?

- Bu bir hayat biçimi. Buna ne kadar katılmasak da böyle bir yaşam biçimi var. Katılıyorum ya da katılmıyorum. Fakat şu gerçek ki bu oldu! Bu bir hadiseydi ve yaşandı. Bunu anlamayız. Tarihi incelerken bir fikri desteklemek veya desteklememek neyi değiştirir? Bizim görevimiz neden böyle olduğunu düşünmek ve yorumlamak.

- Amacım inancınızı sorgulamak değil, bir araştırmacı olarak konuyla ilgili teşhislerinizi hangi noktadan bakarak yaptığınızı tespit edebilmek. Yine bu bağlamda bir sorum var. Batı medeniyetinden gelen birisiniz fakat bugün Doğu medeniyetinden filizlenen bir inancı kabullenmiş durumdasınız. Dolayısıyla hem batıyı hem doğuyu iyi tanıyorsunuz. Doğu ve Batı arasında bu anlamda bir fark var mı?

-Müslümanlar olarak putları kıran bir geleneğe sahibiz. Tâ başından itibaren bütün tarihimizin özeti bundan ibaret. Yahudilik, Müslümanlık ve Hıristiyanlık esasımda hep bu mücadeleyi verdi. Hz. İbrahim’den bu yana Hz. Muhammed de dahil olmak üzere Allah’a iman edenler bu mücadeleyi verdi. Bugün problemi çözdük tamamen çözdük, putları yok ettik, diyemeyiz, fakat problemin farkındayız. Bugün Batı Laik toplum yapısına sahip. Put kırmak gibi bir eğilim yok. Fark etmişsinizdir ki kitabımda Batı kültürünü bu nedenle ciddi şekilde eleştiriyorum. Zaten kitabı yazma niyetim de buydu. Batılı olarak Batı medeniyetini tenkit etmek. Bazen günümüzdeki sorunları izah edebilmek için, zaman ve mekan açısından uzaklara gitmeniz gerekir. Ben de o yüzden Ortadoğu’ya ve tarihin derinliklerine dek gittim.

- ‘Putlar zamanla temsil edildikleri kutsalın varlığın kendisi sanılıyor. Başta onların yardımıyla bir kutsala tapılırken zamanla insanlar o kutsalla putu aynılaştırıyor ve puta tapmaya başlıyorlar” diyorsunuz. Günümüzde de putların temsil ettiği olguların dışlanıp sadece putlara tapılır hale gelindiğini fark ettiğiniz için mi böyle bir araştırmaya girdiniz?

- Kesinlikle doğru teşhis. Sebebi tamamıyla budur. Erken Hıristiyanlık döneminde Hz. İsa’nın resimleri Hz. İsa’yı hatırlatsın, Allah’a ibadete yöneltsin diye yapılıyordu. Fakat zamanla suretler, Hz. İsa’nın yerini aldı. Zamanla insanlar o resme bakıp Allah’a ibadet etmeyi hatırlamak yerine, o resme ibadet edip, ondan bir şeyler istemeye yöneldiler. Öpüp koyunlarına koymaya başladılar. Bu Hıristiyanlığın öz ruhunu zedeleyen bir faaliyet oldu. Bu evreden sonra Hıristiyanlığın temsil ettiği ahlaki hareket köreldi ve putların etkisi artmaya başladı.

Günümüzde, Batı’da bu tavrı; para, mevki, güç, siyaset ya da insanın kendine tapınması şeklinde görebiliyoruz. Putlara tapma eğilimi Laik Batı toplumunun artık genlerine işlemiş. Bir resim, bir heykel şeklinde şekillenmiş putları alaşağı etmek kolaydır fakat içinizdeki putu kırmak o kadar kolay değildir. Bir insanın içindeki putperest ruhu, heyecanı ya da inancı yıkması hiç kolay değildir. O yüzden bugün Batı insanının kırması gereken en büyük put kendisidir.

-Bizans’ta ikonaklazma hareketinin başarıya ulaşmasına ramak kala hanedanının son hükümdarı Yunanlı bir prensesle evleniyor. Yunan medeniyetinin ruhu o kanalla Bizans’a sızıyor ve put kırıcılık hareketi hüsranla bitiyor. Bugün insanlığın en büyük putu kendisidir dediğiz anda bu geldi aklıma. İnsanı tanrılaştıran inancın Bizans’ta ikonaklazma hareketinin kazanımlarını erittiği o günden bugüne kendisini Helen Medeniyeti’nin temsilcisi sayan Batı insanı aynı noktada duruyor galiba…

- Güzel bir noktaya değindiniz. Yunan Medeniyeti ve günümüz Hıristiyanlığı arasında pek fark kalmamış. Kullanılan ifadelere baktığınız zaman da bunun tescillendiğini görürsünüz. Hıristiyanlığın ruhu açısından da problem bu. Hakim medeniyet çok tanrılı ve insanı da tanrılaştıran bir kültüre sahip. Papa’nın da zaten bu konuda buna benzer sözleri var.

-Kıyaslama sorularımdan rahatsız olmuş olabilirsiniz. Çünkü ben de bu tarz sorular sormaktan rahatsızlık hisseder hale geldim. Ama yaptığınız tespitler beni buna zorluyor. Yine benzer bir soru soracağım: Bizans’ta kendisini en iyi şekilde ifade eden put kırıcılık hareketinin Suriye’de doğduğuna inandınız ve çalışmanızla bunu da en azından mantıksal olarak ispatladınız. Bunu yaparken diyorsunuz ki “Put kırıcı hareket İstanbul’da hükümran olduğunda; Hıristiyan dünya putları kırmaya çalışırken, başka şeylerle meşgul olduğu için Halife Yezit, bu hareketin İslamiyet’in yayılmasına yardımcı olacağını göremiyor. Yani Hıristiyan dünyası putları kırma aşamasına geldiğinde Müslüman dünyadan o zaman destek alamıyordu. Peki bugün, Hıristiyan dünyanın putları kırmaya karar verme noktasına gelmiş bireyleri İslam dünyasından yardım ve destek alabiliyor mu?

- Kitabımı dikkatli okumuşsunuz bunun için teşekkür ediyorum. O tarihte Müslümanların Hıristiyanlara yardımcı olamayacağı aşikâr. Yine de etkileme noktasında önemli rolleri vardı. İslamiyet’in doğuşu bu fikrin oluşması yönünde Hıristiyanlar üzerinde çok büyük tesir uyandırdı. Resmi bilim adamları bunu inkâr etseler de Hıristiyanların bu noktaya gelmesinde İslam düşüncesinin rolü büyük. Fikirsel olarak böyle ama eylemsel olarak ikonaklazma tamamen Hıristiyanların kendi içerisinde gelişen bir harekettir. Papa’nın söylediğinin tersine o dönemde insanlar Suriye’ye Müslüman olmaya başlıyorlardı, olmasalar da etkisi altında putlardan soğuyorlardı. Bunun elbette ki İstanbul’a tesiri olacaktır. İstanbul’daki Hükümdar kendi hâkimiyetin, kaybetmemek için pekala “biz de resimlere ve putlara karşıyız” diyecekti. Günümüzde farklı tecellileri de var ki tarih farklı şekillerde tekerrür eder demiştik; Şimdi süper güç olan “şey” zayıflamaya başladı. Biz Müslümanlar olarak bunun analizini çok iyi yapabiliriz.

Neticede diyebilirim ki ikonaklazma hareketi Hıristiyanlığın özüne vakıf müminlerin öze dönüş mücadelesi ama İslam’ın doğuşu bu tarihi hareketin kesinlikle bir parçası. Çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Hiç bir medeniyet yoktur ki çevresindeki medeniyetlerle etkileşim içinde olmasın. Kültürler arasındaki etkileşim mutlaka olur, münasebetler bazen dostlarla bazen düşmanlarla kurulur, bazen iyilikle bazen çarpışmayla etkileşim olur ama medeniyetler kesinlikle birbirini etkilerler.

- Kitap yazış metodunuz hayli tuhaf. Yazarken mi diyar diyar geziyorsunuz, gezerken mi yazıyorsunuz karar vermek zor. Bu herkesin uygulayabileceği bir metot değil ama siz imkanlar yönünden bu konuda şanslısınız. Gerek Kavşak Ülke Türkiye, gerekse Parçalanmış İmgeler kitaplarınıza konu olan mekanları tek tek geziyor, oraların havasını soluyorsunuz. Son kitabınıza konu olan put kırıcılık hareketinin başladığı, oluştuğu, çöktüğü yerleri de adım adım gezdiniz. Öyle ki Suriye’den başlamış, İstanbul’a gelmişsiniz sonra Antalya’ya dönmüşsünüz…
-Konuştuğumuz meseleler hakkındaki mekanların fiziksel bir parçası oldum. Modern Türkiye’nin tarihini anlamak için Türkiye’ye gelmek gerekiyordu ve bu hareketi anlamak için de Suriye’ye gitmek gerekiyordu. Ben de tabi ki gitmem gereken yere gittim. Bu açıdan bakınca gazetecilik seyahati gibi bir kitap oldu. Birici yöntemim tarihi yerlere gitmekti, ikinci yöntemim ise tarihin içinde seyahat etmek.

- Peki bu yatay ve dikey seyahatler sırasında geçmişin bugüne etkilerini net olarak yakalayabildiniz mi? Değişim ya da benzerlikler konusunda neler fark ettiniz?
- Biçimsel olarak çok değişik bir dünyada yaşıyoruz artık! Tarihe baktığımız zaman bu değişikliğin nasıl şekillendiğini de görebiliyoruz.

-Bizim coğrafyamızda yabancı bir gazeteci olarak seyahat bir açıdan zorludur. Gazetecilik yapacaksınız, başka bir ülkeden olacaksınız, gezeceksiniz, notlar alacaksınız, sorular soracaksınız ve normal insan muamelesi göreceksiniz. Bunu beklemek safdillik olur. Lawrens deneyimimiz başta olmak üzere misafirperverliği sömürülmüş, kötüye kullanılmış bir coğrafyanın insanlarıyız. Siz bunun olumsuz etkilerini sezinlediniz mi? ‘Ajan mıdır nedir?’ diye işkillenip bakan gözler sezdiniz mi? Yoksa misafirperverliğimizi hiçbir güç öldürememiş mi?
- Bu durum her zaman problem teşkil etti. Bu da doğal çünkü Batılı gazeteciler kendilerini hep yüksekte, diğerlerini aşağıda görüyorlar. Tepeden bakıyorlar insanlara. Hep elçilerle ve resmi görevlilerle falan konuşuyor, toplumun içine girmekten kaçıyor ve tabanındakiyle ilgilenmiyorlar. Ben toplumun derinlerine girmeye çalıştım, Sanırım bunu da başardım. Elimizdeki iki kitap bu konudaki başarımı temin eder diye düşünüyorum.

- O zaman şöyle sorayım; bu kitap okuruna ne vaat ediyor? Size göre insanlar bu çalışmayı neden okumalılar?
- Bir çok insanın alıp okuması gerekiyor bunun birinci nedeni şu, ben de yayıncım da para kazanmalıyız (Karşılıklı gülüşüyoruz) Şaka bir yana bu kitap bir fikir mücadelesinin ürünü. Dikkatli ve sorgulayıcı okurların olacağını düşünerek, yazdım. İnsanların kitabı okuduğunda da kafalarında suallere cevaplar bulabilmesini sağlamaya çalıştım. Öte yandan yazdıklarımı okuyarak daha fazla sual sormaya da başlayacaklar. Eğer okurum kafasındaki sorulara cevap bulabiliyor ve yeni sorular sorabiliyorsa işlem benim için tamamlanmıştır. Görevimi yaptığıma inanıyorum.
ON YIL İÇİNDE TÜRKİYE ÇOK DEĞİŞECEK
Bana göre önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye’de günümüzden çok farklı bir değişim olacak. Daha sakin bir ülke olabilir Türkiye. Ama bu sakinleşme ekonomik sisteminizde olabilir mi, bu meçhul

- Kitap ekseninin dışında bir soru ile devam etmek istiyorum. Sizce bu coğrafyada geleceği etkileyecek, zamanla öne çıkacak hareketler veya fikirler hangileri olabilir?
- Bana göre önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye’de günümüzden çok farklı bir değişim olacak. Daha sakin bir ülke olabilir Türkiye. Ama bu sakinleşme ekonomik sisteminizde olabilir mi, bu meçhul. Ama eğer bu başarılırsa büyük bir put kırılmış olur. Ki başta da dediğim gibi günümüzde dev putların parçalandığına şahit oluyoruz.

- Bunu söylerken putlardan kastınız çatırdayan devletler veya onların temsil ettiği güçler ise şöyle bir tehlike yok mu; Ya küresel sermaye, devletlerden güçlü para babaları, işlerini zorlaştırdığı için devletleri ortadan kaldırmak ve yasalarını kendi belirlediği “sınırsız” bir sömürü alanı sağlamak istiyorsa… Ortaya daha kötü bir senaryo ortaya çıkmaz mı?
- Olabilir mi değil, bu olacak!

- Küresel anlamda devletleri yok edip, gücü eline geçiren bir sermaye hakimiyeti kurulacak diyorsanız yani.
- Zaten günümüzde de devletler bu şekilde yönetiliyor. Hâkim bir kaç grup ne yapılacağına karar veriyor ve ne olacağını belirliyor. Dünya onlara göre yönetiliyor. Baba filmini hatırlayın. Bir akşam yemeği sahnesi vardı hani, masanın etrafında oturan mafya liderleri birbirlerini öldürüyorlar. Sonra da kalanlar masanın etrafına diziliyor ve birbirlerine ne alırsınız diye soruyorlardı… Mevcut dünya düzeni bu…

- Yani diyorsunuz ki paniğe gerek yok.
- Paniğe gerek yok tabi zaten her zaman panik hali mevcut... (Gülüşmeler)

- Söyleşiye zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Son olarak eklemek isteğiniz keşke şu da sorulsaydı dediğiniz bir nokta var mı?
- İnanın bu röportajı çok beğendim. Bu noktaların altının çizilmesi benim için çok önemliydi. Temel noktayı anladığınızı gördüm ve inanın bu sohbeti gerçekleştirdiğimiz için ben de çok memnun oldum.
.
(Haber 7)

2 Aralık 2008 Salı

TERAZİ

Elinize bir kitap, sürahi, sandalye gibi bir şey alsanız ve yanınızda bulunan dostlarınıza soransız, bu kaç kilo gelir veya kaç gram gelir? Deseniz.Herkes kendi ölçü anlayışına göre bir şeyler söyler.Şimdi siz bunların söylediği rakamlardan hangisine inanacaksınız?

Orada bulunanların oylarına başvurarak en çok oyu alan rakamı kabul etseniz doğru olur mu?Olmaz dediğinizi duyar gibiyim.Bir sürahinin gramında oylama yapmazsınız ve teraziyi tercih edersiniz de niçin insanların hayat memat meselesinde oylamaya gider ve Allahın ölçülerini tercih etmezsiniz? Buyurun, Rahman süresini okuyalım:
1- Rahmân,
2- Kur^ân^ı öğretti.
3- İnsanı yarattı,
4-Ona beyanı(konuşmasını) öğretti,
5- Güneş ve Ay hesapladır.
6- Otlar ve ağaçlar Ona secde ederler.
7- Gökyüzünü kaldırdı ve ölçü koydu ki,
8- Artık tartıda taşkınlık etmeyin.
9- Ölçmeyi adaletle yapın ve tartıyı eksik yapmayın.

Ezeli ve ebedi olan Rabbimiz, güzel isimlerinden “Rahman” ismiyle başlıyor süreye.Çünkü, indirdiği Kur’an, Onun bize rahmetidir. Yarattığı, Güneş ve Ay da bizim için iki ayrı rahmettir. Yazan elimizi, konuşan dilimizi yaratan Rabbimizin bize konuşma nimeti de büyük rahmettir.Güneş ve Ay’ın hesap üzere olması, göklerin ve yerin ölçü üzerine yaratılması, bizim de adalet terazisini, söz ayarını, göz ayarını yapmamız için ölçü koyduğunu ve bu ölçüyü Kur’anla bildirdiğini haber verir.Güneş, yaratıldığı günden beri saniye değil salise sapmadığı gibi, yaratıldığı günden beri değerinden hiçbir şey kaybetmediği gibi Güneşi yaratan Rabbimizin kitabı olan Kur’an da değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Kur’anın ölçüsünü kabul etmeyip Komünizm ölçüsüne göre harehet edenler milyonlarca insanın ölmesine, milyarlarcasının sefaletine sebeb oldular. Kapitalizm ölçüsüyle hareket edenlerse milyarlarca insanın sefahatine sebep oldu. Uyuşturucu bağımlıları, fuhuş tacirleri, adam öldürme çeteleri üretti ve demokrasi adına ülkeleri mafya ile medya yönetmeye başladı .Rahman olan Rabbimiz:“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzel” buyurur.(İsra 34)Gözümüzü uzağa veya yakına bakarken farkına varmadan ayar yaparız. Bu yaptığımız ayarın hızına hiçbir bilgisayar ulaşmamıştır ve ulaşmayacaktır.Kulağımız duyduğumuz sesin sahibi insan mı, araba mı, koyun mu olduğunu, yönünü ve uzaklığını bilir. Bu da bize doğuştan verilen ölçülerdir.Ağzımızdan çıkan sesleri ölçülü çıkardığımızda anlamlı kelimeler çıkar.Rastgele kalemle karalarken belli bir ölçüyle çizmeye başlarsak belli bir şekil ortaya çıkar.Seslerin ölçülü çıkışından müzik meydana gelir.Dünya çocukları birbirinin dilinden anlarken bizim ölçüsüz davranışlarımızla onların masumiyetini giderip kendi kalıbımıza döktüğümüzden onları da anlaşamaz hale getiriyoruz.Bir yaşındaki bir milyar çocuk anlaşabilir ama 70 yaşına gelmiş iki siyasi anlaşamıyor.Bu da Rabbimizin fıtratımıza koyduğu ölçüyü çevreden algıladığımız ölçüsüz ölçülerle fıtratımızı bozup her kalıba uygun bir ölçü benimseyip herkesi kendi ölçümüze zorlamaktan kaynaklanır.

Bazı insanlar bir kiloluk tartı demirlerinin içini oydurarak sattığını eksik verirlermiş. Zaman zaman belediye, tartı aletlerini kontrol ediyor.Nereye gitsen kilo bin gram. Herkes kendine göre ayarlarsa düzen bozulur. Onun için Rabbimiz “Doğru teraziyle tartın” diyor.Rabbimiz, sevgili peygamberimize ve onun şahsında bize : “Sana ilim geldikten sonra eğer onların hevalarına (şahsi ölçülerine) uyarsan sende zalimlerden olursun” buyuruyor. (Bakara145)Dünyanın en dürüst adamını yanlış terazinin başına oturtsanız o’da eksik tartar.Adalet terazisi yanlış olunca tartan kişinin doğruluğu bir şey değiştirmez.Onun için Rabbimiz hem ölçenin tam ölçmesini, hemde terazinin doğrusunu almamızı emrediyor.

O ilahi terazi olan Kur’an ise bizim konuşmamızı, yürüyüşümüzü, bakışımızı, kaş göz hareketlerimizi, komşuluk ilişkilerimizi, yöneten ve yönetilen ilişkilerini en güzel şekilde ayarlamaktadır.

http://www.mahmuttoptas.com/

29 Kasım 2008 Cumartesi

İŞSİZLİĞE KÖKLÜ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

22 Mart 2008 Cumartesi

İŞSİZLİĞE KÖKLÜ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

1 - Öncelikle ithal ürünlere kota konulması yanında , ithal ürünlerin yurtiçinde üretiminin teşvik edilmesi gereklidir.
2 - Ar-Ge çalışmaları koordineli olarak sürdürülmeli ve teşvik edilmelidir.
3 - İleri teknolojik yatırımlar teşvik edilmelidir.
4 - Halka, yerli mallarımızın tüketilmesi konusunda yaygın eğitim verilmelidir.
5 - Girişimci ruh canlandırılmalı , tutarlı proje ortaya koyanlar, teşvik edilmelidir.
6 - Özellikle, tarım ve hayvancılık ürünlerimizin, işlenerek, ihracatı için, modern tesisler kurulmalıdır.
7 - Ormanlarımız işletmeye açılmalıdır.
8 - Madenlerimiz hammadde olarak değil, işlenerek pazarlanmalıdır.
9 - İthalata bağımlı olduğumuz ürünlerde , yerli üretimin teşvik edilmesi yanında, tasarruf yapılmalıdır.
10-Eğitimde fırsat eşitliği tanınması ile oluşan rekabet , kalkınmamızın da önünü açacaktır.
11-Çalışanların ücretlerinde seyyanen iyileştirmeler yapılarak, gelir dağılımında ki adaletsizliğin giderilmesi ile artan huzur ve mutluluk , üretimde kalitenin ve adedin artışını sağlayarak, birim maliyetlerini de düşürecektir.
12-İşveren ve işçi üzerindeki vergi , sosyal güvenlik primi yükleri düşürülmeli, fakat kayıtdışı önlenmelidir.
13-Ailesi yanında çalışanların vergi yükü azaltılmalı, fakat sosyal güvenliğe intibakları sağlanmalıdır.
14-Küçük ve ortaboy işletmeler desteklenmeli, üretimde rekabet ortamının oluşturulması ile, kalitenin ve çeşidin artışı sağlanmalıdır.
15-Turizme ve ihracata yönelik el sanatları geliştirilmelidir.
16-Bilim ve teknolojide beyin göçünü tersine döndürecek sistemler geliştirmeliyiz.
17-Büyük şehirlerde yaşanan tıkanıklığın giderilmesi için yeni cazibe merkezleri kurulmalıdır.
18-Göçün önlenmesi için de kırsal yaşamın refah düzeyinin yükseltilmesi gerekir.
19-Küçük esnafın ezilmemesi için, kiraların kontrölü yanında , yeni ticaret merkezleri kurulmalıdır. Seyyar satıcılar ve pazarcılar buralara yönlendirilerek, kayıtdışı önlenmelidir.
20-Dolandırıcılığı önleyecek, sert tedbirlere başvurulmalıdır. Böylelikle, vergi kaybının önlenmesinin yanında, dürüst esnafın zarar ederek, yeni yatırımlardan vazgeçmesi de önlenecektir.
21-Çoğu teşviğe dayalı, tüm bu faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için kaynak olarak, işsizlik fonunun işlevsel hale getirilmesi ile birlikte, orman vasfını yitirmiş arazilerin satışından elde edilecek gelir de kullanılabilir. Ayrıca yukarıdaki faaliyetler yürürlüğe girdikçe, kendi finansmanını da zaten sağlayacaktır.
22-Emeklilerin, başkalarının yanında çalışmaları yerine, kendi işlerini kurmalarına imkan sağlanmalıdır.
23-Yabancı işçilerin, kayıtdışı çalışmaları önlenmelidir.
Yukarıdaki tüm maddelerin ayrıntıları ve nasıl yürürlüğe geçirileceği, istenirse ayrı ayrı olarak rapor halinde sunulabilir.
İbrahim Ethem Erçakır - ieercakir@hotmail.com - www.yeniumuthaber.com
Gönderen ieercakir zaman: 11:11 0 yorum
Etiketler: , , , , ,

12 Haziran 2008 Perşembe

23 Temel Gerçek

Birinci gerçek: Türkiye Müslüman bir ülkedir.
İkinci gerçek: Türkiye halkının büyük/ezici çoğunluğu Müslümandır.
Üçüncü gerçek: Türkiye kimliğinin ana unsuru İslâm’dır.
Dördüncü gerçek: Türkiye halkının din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak hakkı ve hürriyeti vardır. Bu hak ve hürriyet hiçbir sebep ve bahane ile kısıtlanamaz, tatil edilemez, ortadan kaldırılamaz.
Beşinci gerçek: Türkiye’de gerçek lâiklik yoktur.
Altıncı gerçek: Türkiye’deki sistem “Devlet dini” sistemidir. (Din devleti ile karıştırılmamalıdır).
Yedinci gerçek: Türkiye’de gerçek ve tam demokrasi yoktur. Resmî ideolojili vesayet demokrasisi vardır.
Sekizinci gerçek: Türkiye’de gerçek mânada eşitlik yoktur. Kendisini ülkenin ve halkın sahibi ve vasisi gibi gören egemen bir azınlık, çoğunluktan “daha eşittir”.
Dokuzuncu gerçek: Türkiye’de hukukun üstünlüğü yoktur.
Onuncu gerçek: Türkiye’de, bütün sosyal, siyasî, eğitimle ilgili faaliyetlerin, düşünce ve edebiyatın ana unsuru olan yazılı Türkçe dumura uğratılmış, yeni nesiller dedelerinin mezar taşlarını, klasik edebî eserleri okuyamayacak ve anlayamayacak kadar cahil yetiştirilmiş, bu suretle bir kültür sömürgeciliği ortamı meydana getirilmiştir.
Onbirinci gerçek: Türkiye politikası gayet kalitesiz hale getirilmiş ve kirlenmiştir.
Onikinci gerçek: Türkiye’nin bir kısım büyük medyası çeteleşmiş, tekelleşmiş, kartelleşmiş, mafyalaşmış ve ülkeye zarar verecek hale gelmiştir.
Onüçüncü gerçek: Türkiye üniversiteleri genellikle resmî ideolojinin fidelikleri haline getirilmiş ve gerçek bağımsız vasıflı üniversiteler olmak niteliklerini kaybetmiştir.
Ondördüncü gerçek: Parçala, böl ve hükm et ilkesi doğrultusunda Türkiye halkı Türk Kürt, Sünnî Alevî, Dinci Lâik, Sağcı Solcu gibi kesimlere ve kamplara ayrılmış ve kasıtlı olarak ülkenin geleceğini karartan dehşetli bir kopukluk oluşturulmuştur.
Onbeşinci gerçek: Ülkenin çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlar cahil bırakılmış, parçalanmış ve toplumsal iradelerini kullanamaz hale getirilmiştir.
Onaltıncı gerçek: Millî mimariye, millî sanatlara, millî kültüre savaş ilan eden şer güçleri Türkiye’yi bir çirkinlikler meşheri haline getirmiştir.
Onyedinci gerçek: Ortadoğu’nun Japonya’sı, Güney Kore’si olabilecek ülkemiz, emperyalist güçlerin ve onların yardakçılarının sabotajlarıyla geri bırakılmış, borç batağına itilmiş, bugünkü kötü duruma düşürülmüştür.
Onsekizinci gerçek: Bir toplumu ayakta tutan ahlâk, fazilet, iyilikler horlanmış, müstehcenlik teşvik edilmiş, hırsızlık ve soygun, sistemin bir parçası gibi görülmüş ve bugünkü kokuşma ortamı oluşturulmuştur.
Ondokuzuncu gerçek: Türkiye halkının sosyal, kültürel, antropolojik, tarihî yapısına uymayan kanunlar toplumu çürütmüş, aile yapısını bozmuş, genç nesilleri dejenere etmiş, suçların patlamasına sebep olmuştur.
Yirminci gerçek: Türkiye’nin büyük felaketlere uğramaması için en kısa zamanda fazilet ve hikmet (erdem ve bilgelik) temelleri üzerine oturmuş gerçek bir demokrasiye, temel insan haklarına saygılı ve bağlı bir sisteme, temiz ve şeffaf bir idareye kavuşturulması gerekmektedir.
Yirmibirinci gerçek: Devletin yeni bir sivil anayasaya ihtiyacı vardır. Resmî ideolojisiz demokratik bir anayasa...
Yirmiikinci gerçek: Bugünkü eğitim (bilhassa liseler) ve üniversiteler ile Türkiye’yi düze çıkartacak yeterli sayıda güçlü/vasıflı eleman yetiştirmek mümkün değildir. Bu konuda acilen çareler ve çözümler aranmalı ve bulunmalıdır.
Yirmiüçüncü gerçek: Namuslu, vicdanlı, ahlâklı, karakterli, vatansever, erdemli bütün okumuşlar, seçkinler Türkiye’yi bugünkü bataklıktan çıkartmak için elbirliği ile çalışmalıdır. Bu maksatla sivil bir kurucu meclis toplanmalı ve gerekenleri yapmalıdır.
Türkiye’de Gerçek Aydın Var mı, Müslüman Aydın Var mı?
ŞİMDİ aydın deniliyor, eskiden münevverdi, Azeriler ziyalı diyor... Türkiye’de gerçek aydın var mıdır? Olsa bile sanırım çok azdır. İslâmî kesimde aydın var mı? İnşaallah vardır. Bence üç-beş kişiyi geçmez.
Ben kendimi aydın sanıyor muyum? Hâşâ!.. Okur-yazar bir vatandaşım, her gün birkaç saat okurum, birkaç saat de yazarım... Okur-yazar olduğuma yemin etsem başım ağrımaz.
Ortalıkta bir sürü Müslüman aydın dolaşıyor. Aydın olmak o kadar kolay mıdır?
Aydın olmanın birtakım temel ve zarurî şartları vardır:
Birincisi: Bilgi boyutu çok gelişmiş olacak. Edebiyat, tarih, mantık, psikoloji, ahlâk, metafizik, estetik... Müslümansa yeterli İslâmî kültüre sahip olacak. Doğru dürüst edebî/yazılı Türkçe bilmeyen nasıl aydın olabilir?
İkincisi: Aksiyon, ahlâk, karakter boyutudur.
Üçüncüsü: Estetik, sanat, güzellik boyutu.
Dördüncüsü: Gerçek aydın mutlaka muhalif olacaktır. Ülke gırtlağına kadar pisliğe batmış, bizimki hiç aldırmıyor, hattâ kendi payına düşen haltları yiyor ve aydın geçiniyor. Yağma yok!..
Aydın kişi, iktidar Müslümanlarda (veya İslâmcılarda) da olsa, onlardan uzak durur.
Bizimkiler iktidara geçti... Haydi biz de sofraya oturalım, yiyip içelim... Bu kafadaki adamlar ve karılar aydın olamaz.
İslâm aydını hükümdarlarla, sultanlarla, devletlilerle araya mesafe koyar.
İslâm aydını olumlu tenkitleriyle, müsbet uyarılarıyla aydınlatır.
Bir insan çok tahsilli, çok kültürlü olabilir. Bu kültürün yanında ahlâk ve fazilet yoksa, o adam haram yiyorsa, emanete hıyanet ediyorsa “Kültürlü bir sahtekardan” başka birisi değildir.
Gerçek İslâm aydını asla yalakalık, yağcılık, dalkavukluk yapmaz.
Kirli, bulaşık, meddah, köle ruhlu adamlar aydın olamaz.
Bir maaş, biraz harcırah, az veya çok avanta karşılığında haksızlıklara karşı susacak, zalimleri övecek... Böylesine aydın mı denir?
Müslümanlar son elli sene içinde çeşitli mesleklerde ve uzmanlıklarda hayli adam yetiştirdiler ama aydın yetiştiremediler.
Yeterli sayıda aydına sahip olmayan bir ülke batmaya mahkumdur.
Aydın, adı üstünde aydınlatır, yol gösterir, kılavuzluk yapar. Aydın iyilikleri emr eder, kötülükleri yasaklar. Aydın, içinde bulunduğu toplum için en büyük nimettir. Aydınlarını yetiştiremeyen bir toplum bahtına ağlasın.

http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=18936

Trajikomik Bir Hukuk Faciası !...

Anayasa Mahkemesi, içinde başörtüsünün harfi dahi geçmeyen ve yükseköğrenimde herkesin kanun önünde eşitliğini sağlayacak Anayasa değişikliğini iptal etti. Hukukçular ve sivil toplum temsilcileri, bağlı olduğu Anayasa’yı bile ihlal ederek yetkisini aşan Mahkeme’nin kararının hukuk cinayeti olduğunu ve yok hükmünde sayılması gerektiğini ifade ediyor. Analiz Dosya / Ahmet Zeki Gayberi Anayasa Mahkemesi, kamuoyunda üniversitelerdeki hukuksuz başörtüsü yasağını sona erdirip biraz olsun özgürlüklerin sınırlarını genişleteceği şeklinde takdim edilen Anayasa değişikliğini iptal ederek, yürürlüğünü durdurdu. Anayasa’nın 1, 2, 4 ve 148. maddelerine dayandırılan karar büyük bir hukuk faciası olarak değerlendirilirken, Anayasa’nın 148. maddesine göre Yüksek Mahkeme yasa değişiklikleri ve Anayasa değişikliklerini sadece ‘usul ve şekil yönünden denetler’ hükmü de hiçe sayıldı. CHP ve DSP milletvekillerinin üniversitelerde türbana serbestlik sağlayan Anayasa değişikliğinin iptali başvurusunu karara bağlayan Mahkeme’nin bu kararıyla 148. maddeyi çiğnemesi büyük hukuk skandalı olarak görülüyor. Yargıçlar diktatoryası Anayasa Mahkemesi’nin, Türkiye’nin adeta bir “yargıçlar diktatoryası” ile yönetildiğini ortaya koyan son kararı “Yetki Gasbı” Ve “Millet iradesine engel” olarak yorumlandı. Anayasa mahkemesi, CHP’nin başvurusunu değerlendirerek Anayasa değişikliğini iptal etmesi ve Anayasa’yı çiğneyerek yürürlüğünü durdurmasının hukuki hiçbir izahı bulunmadığına dikkat çekiliyor. Anayasa Mahkemesi’nin Karar gerekçesinde ; ''9 Şubat 2008 günlü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''un 1'nci ve 2'nci maddeleri, Anayasa'nın 2, 4'üncü ve 148'inci maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur” denildi. 9’a 2 komedisi! Hemen hemen bütün hukukçular kararın hukuksal anlamda taşıdığı garabetin üzerinde durarak, “9’a 2” dengesindeki siyasi komediye dikkat çekiyor. Atandığı dönemin ve atayanın siyasi kimliği dışında karar veremeyen bir yüksek yargı olamayacağının altını çiziyor. Kararın, hukukî değil siyasî olduğu ve geçen yılki 367 kararı faciasının çağrıştırdığını dile getiren hukukçular, böyle geniş yorum ve yetki çerçevesinde hiçbir kurucu iktidarın hiçbir anayasa maddesini değiştirmesinin mümkün olamayacağına işaret ediyor. Anayasa Raportörünün bile sadece şekil yönünden incelenebileceğini öngörmesine rağmen mahkemenin aksi yönde ve yetki sınırlarını çok çok aşarak değişikliği esas yönden de inceleyerek karar vermesi ve değişiklik maddesinde başörtüsü kelimesi dahi geçmemesine karşın kararın “Türbana ret” diye yansıtılması da anlamlı bulunuyor. Yetki ve meşruiyetini Anayasa'dan alan Anayasa Mahkemesi, bu kararla Anayasa'da belirlenen yetki ve görev sınırlarını açık şekilde ihlal etti. Bu durumun, mahkemenin Anayasa ile bağlı olmadığını ilan etmesi olarak yorumlayan hukukçular, bundan sonra Anayasa Mahkeme'sini bağlayacak hiçbir hiç bir hukuki metinin kalmadığını ifade ediyor. Anayasa’da, Anayasa Mahkemesinin sadece “şekil” yönünden sınırlı bir şekilde inceleyebileceğinin amir bir hüküm olduğunu vurgulayan hukukçular, buna rağmen esastan yapılan inceleme ve yürütmeyi durdurma kararının açık bir Anayasa ihlali olduğunu ifade ediyor. Adalet dağıtması gereken yargı kurumlarının bizzat yasaları ihlal etmesinin, adalet mekanizmasına olan güveni ve inancı yok ettiğini kaydeden hukukçular, başörtüsü hakkındaki düzenlemenin de, Din ve Vicdan özgürlüğüne, kanun önünde Eşitlik ilkesine, Eğitim ve öğrenim hakkına katkı sunan bir düzenleme olduğunu ve Türkiye’yi çağdaş demokratik ülkelerle eşitleyecek bir düzenleme olduğunu vurguluyor. Din ve vicdan özgürlüğünü ihlal! Anayasa mahkemesi kararını Hakka ve Adalete Karşı, Temel Hak ve Özgürlükleri ihlal eden bir karar olarak değerlendiren İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlumder), Halk iradesi ve Meclis iradesini hiçe sayacak şekilde 9’a karşı 2 oyla verilen kararı, Meclise ait olan kanun yapma yetkisine doğrudan bir müdahale ve Yetki gaspı olarak değerlendirdiğini açıkladı. Mazlumder açıklamasında, “Yargı, Hakkın ve Adaletin tarafı olmalıdır. Yargı, soyut Cumhuriyet, laiklik kavramları adına ideolojik devletin tarafı olamaz, olmamalıdır. Olması halinde “Millet adına değil, İdeolojik devlet veya kişisel ideolojileri adına karar vermiş olurlar. Başörtüsü sadece üniversitelerde değil, hayatın her alanında serbest olmalıdır. Anayasa mahkemesi kararını millet iradesine müdahale eden bir karar olduğunu, Kaynağını Anayasadan almayan bir hukuka aykırı karar verildiğini, Meclisin yetkisinde olan bir konuda kişisel karar vererek, yetki gaspında bulunduğunu, Din ve vicdan özgürlüğü, eşitlik hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hayatına katılma haklarını ihlal eden bir karar verildiğini ifade ederiz” denildi. Yükseköğretimde herkese eşit eğitim alabilmeyi öngören yasa değişikliği, TBMM Genel Kurulu'nda, 9 Şubat 2008'de, 103 ret oyuna karşılık, 411 oyla kabul edilmişti. Meclis’teki 4 partiden CHP hariç 3 partinin desteklediği değişiklik, halkın yıllardır beklediği talep ve iradenin yansımasıydı. Anayasa Profesörü Mustafa Kamalak: Sıkıntılı dönem A nayasa Mahkemesi’nin bu iptal ve yürütmeyi durdurma kararı ile millet sıkıntılı bir döneme girmiştir. Mahkeme, Anayasa’daki sınırları çok zorlamıştır. Anayasa’nın çiğnendiği kanaatindeyim. TBMM artık referanduma da götüremez. Karar, AKP’nin kapatılmasını da neredeyse kesinleştirmiştir. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi: İnatlaşmayı teşvik ediyorlar! Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu kararı esef ve kaygıyla karşılıyorum. Anayasa Mahkemesi içerik incelemesi yapamaz. Anayasa açıkça ihlal ediliyor. Bu, çifte standart ve keyfiliktir. Anayasa hiçbir şekilde keyfi olarak ihlal edilemez. Buna Anayasa Mahkemesi de dahildir. Bu bir hukuk ihlalidir. Kararı, kutuplaşmaya yol açacağı için son derece tehlikeli görüyorum. İnatlaşmayı teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. İptal edilen kanunu referanduma da götürülemez. Halktaki uyanışa rağmen bir kısım güçler hukuk devletinin oluşumunu engelliyor. Doç. Dr. Mustafa Şentop (Hukukçu): Karar, yok hükmündedir! AnayasaMahkemesi kararında, açık bir Anayasa kuralının ihlali söz konusu. Bunun bir yaptırımı yok. Anayasa Mahkemesi’ni denetleyen onun üstünde bir organ yok. Ancak hukukta başka tür yaptırım vardır. ‘Yokluk’ gibi bir yaptırım var. Bu nedenle karar yok hükmündedir. Meclis Anayasa değişikliğini iptal kararını yok hükmünde saysın. Öğrencilerimden biri sınavda böyle bir soruya Anayasa Mahkemesi’nin kararı gibi bir cevap verseydi sıfır alırdı. Mahkeme, kendi meşruiyetini çiğnemiştir. Karar, başörtüsünü yasaklamıyor! Anayasa Mahkemesi’nin, kamuoyunda üniversitede başörtüsü yasağını kaldıran karar olarak bilinen Anayasa değişikliklerini iptal etmesi, bazı medya organları tarafından “Türbana ret!” denilerek sevinçle karşılandı. Ancak mahkemenin iptal ettiği değişikliklerle ilgili kararın hiçbir şekilde başörtüsü yasağı getiremeyeceğinin altını çizen hukukçular, iptal edilen Anayasa değişikliklerinin, neredeyse eski maddelerle tamamen aynı olduğunu ve maddelerde başörtüsü ile ilgili tek harfin geçmediğine dikkat çekiyor. Hukukçular, Mahkemenin iptal ettiği düzenlemelerin sadece özgürlüklerin sınırlarının biraz daha genişletilmesini ve öğrenim hakkının kullanımında daha eşitlikçi davranılmasını içerdiğini ifade ediyor. Ancak buna rağmen bu anlamsız kararın tamamen başörtüsü ile bağdaştırılmasının hukuk mantığı açısından da geçersiz olduğu vurgulanıyor. Anayasa'nın davaya konu olan maddelerinin iptal edilen fıkraları ile birinci fıkraları neredeyse aynı... AKDER Başkan Yardımcısı Av. Fatma Benli: İlkokul çocuğu bile anlardı ama..! “Anayasa’da yer alan “Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliğini “sadece şekil yönünden” inceler ve denetler” ifadeleri ilkokul çağındaki çocukların anlayabileceği düzeydedir. Ancak bu netlik Anayasa Mahkemesi üyeleri için yeterli olmamıştır. Mahkeme, kendi hoşuna gitmeyen şeyler söz konusu olduğunda Anayasa ve hukuku bir kenara bırakma yetkisini kendisinde görüyorsa, o zaman “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı bir hukuk devletidir” ibarelerinin de iptaline de karar vermelidir. Zira iptal kararı, artik darbelerin Türkiye’de yargı kararları ile yapıldığını tescil etmiştir.” Özgür-Der Genel Başkanı Hülya Şekerci: Yüzde 80’e karşı 9 kişi “Bir yanda halkın yüzde 80’ine tekabül eden 411 milletvekili ve bunların onayladığı Anayasa değişikliği var! Diğer yanda ise 9 kişi. O halde MHP ve DTP’de kapatılsın. Anayasa Mahkemesi Meclis'te 411 milletvekilinin oylarıyla kabul edilen 10. ve 42. madde değişikliklerini iptal kararıyla 367 probleminden sonra yeni bir skandala daha imza atmıştır. Mahkeme bu kararıyla Türkiye'nin hukuk devleti değil, tipik otoriter-faşizan bir bürokratik diktatörlük olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Anayasa Mahkemesi'nin son kararı bir türlü kendilerini güvende hissetmeyen elitlerin milletin kimliğine duydukları nefreti ve halka karşı güvensizliklerini yansıtan bir belge hükmündedir.” İşte ihlal edilen Anayasa maddeleri MADDE 10: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasîdüşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. MADDE 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. MADDE 13: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.” MADDE 148: “Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler...” MADDE 153: “Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.” MADDE 10 (Eski) “Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır…” 10. MADDE DEĞİŞİKLİĞİ: "Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır" 42. MADDE (Eski) “Kimse öğretim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir.” 42. MADDE DEĞİŞİKLİĞİ: "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir."
Milli Gazete