29 Mart 2008 Cumartesi

Derin Devlet için kim ne düşünüyor ?



Profil Yayınlarından Cem Küçük'ün editörlüğünde yayınlanan Derin Devlet adlı kitap konu hakkında araştırmalarda bulunan ve bunları kaleme alan 10 ünlü ismin görüşlerini içeriyor. Gündemin en önemli tartışmalarından biri olan bir olguyu, her açıdan sorulamayan ve ilginç görüşlere yer veren Derin Devlet adlı kitapta kimin ne dediğini tabi ki özetlemek mümkün değil. Ancak kitabın neler içerdiğini sizlere ana hatlarıyla tarif edebilmek için her uzmanın görüşlerinden kısa birer bölüm yansıtmayı uygun gördük... KİM NE DÜŞÜNÜYOR?
1. Erol Mütercimler • Ülkemizde derin devletin olmamasını asker, hükümet ve cumhurbaşkanlığı makamı arasındaki uyuşmazlığa ve iletişimsizliğe bağlayanlar da var. Asker hükümetten hoşlanmıyor, hükümet cumhurbaşkanını sevmiyor. Gerçi şu anda cumhurbaşkanıyla hükümet arasında görünürde bir sorun yok. Bizde kolektif bir anlaşma olamamasından dolayı bir derin devlet yapısının çıkmaması fikrine katılıyor musunuz? Tabii. Yalnızca bu üçü arasında değil Türkiye’de bütün kurumlar arasında bir ilişki, bir eşgüdüm ne yazık ki kurulamıyor. Bu eşgüdümünün kurulamayışının çeşitli nedenleri var. Dünyada da bu eşgüdüm kurulabiliyor mu, diye sorarsak dünyada da bu eşgüdüm çok kurulamıyor. Neden? Çünkü Cumhurbaşkanlığı müessesi ile hükümetin müessesi farklı. Silahlı Kuvvetler çok farklı bir kurum. Çok farklı bir müessese. Şimdi Cumhurbaşkanı devletin temsilcisi. Oysa ki hükümet adı üstünde… Hükümet. Hükümetin devlet olmasını beklemeyin. Zaten hükümet devlet değildir. Dolayısıyla hükümet bir ideolojinin temsilcisi, hele tek partili bir hükümet ise bu tamamen ideolojilerini yansıtır. Hükümetin refleksi ile devletin refleksi örtüşme göstermeyebilir. İşte Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında, ordu ile hükmet arasında, ordu ile Cumhurbaşkanı arasında bir çatışma söz konusu olamaz da bir örtüşememe durumu olabilir. Bu da neden? Türkiye üzerinden konuşursak, Türkiye’de ordunun özel bir durumu var. Milli İstihbarat Teşkilatı’nı derin devlet bağlamında nereye koyuyorsunuz? Şimdi dünyadaki örneklerine baktığımız zaman ulusal istihbarat teşkilatlarının derin devletle her zaman bağlantısı vardır. Bu nedenle istihbarat teşkilatları eylemlerinde, operasyonlarında kendilerinin gün yüzüne çıkamayacakları, çıktıklarında sakıncalar doğuracağı bütün operasyonlarda taşeronlar kullanır. Tüm operasyonlarda adına derin devlet dediğimiz bağlantı odaklarını kullanır. Bunlar illegal kurumlar, kuruluşlardır, çünkü onlar operasyonu yapar, ama istihbarat örgütü ortada görünmez. Yani MİT’in böyle olayları var mıdır derseniz somut olarak bir şey söyleme şansım yok. MİT’in içinde değilim. MİT Müsteşarı da değilim. Ama dünyadaki örneklerine baktığınız zaman işte Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılananlar açıklanıyor. İşte MOSSAD’ın yaptıkları ortada. Bunlar açıklanıyor, ortaya çıkıyor. İşte Almanya’da Baider-Mainhoff çetesinin ortadan kaldırılması olayında olduğu gibi, İtalya’daki Kızıl Tugaylar meselesinde, Aldo Moro cinayetinde olduğu gibi pek çok eylem var. İşte en son Benazir Butto suikastında görüldüğü gibi bunlar oluyor.
2. Mahir Kaynak • Yakın zamanlarda yaptığınız açıklamalarda derin devlet kavramının içinin boşaltıldığını ve bunun yerine akil devlet kavramını kullanacağınızı söylediniz. Buna niye ihtiyaç duydunuz? Neticede derin devlet kavramını da ilk kullanan sizsiniz. Benim kesinlikle karşı olduğum, devlete rağmen faaliyet gösteren yeraltı örgütlerine derin devlet adı verildi. Yeni tanımlama o kadar yerleşti ki, benim başlangıçta yaptığım tanımlama unutuldu. Asıl önemlisi derin devletin konumu ters yüz edildi. Ben onu üstün bir akıl, ülkenin en etkili gücü olarak tanımlarken birden bire büyük güçlerin kullandığı, derin devletlerin maşası olan örgütler derin devlet olarak anılmaya başlandı. Bu algılamayı değiştirmenin mümkün olmadığını görüyorum ve derin devlet olarak tanımladığım akla bundan sonra “Akil Devlet” adını veriyorum. Akil devletin rolü bugün algılanandan tamamen farklıdır, hatta ona karşıdır. Hiçbir faaliyeti meşruiyet dışına taşmaz. Çünkü bir davranışın meşruiyetinin sınırlarını çizen odur. ... “Türkiye’de derin devlet olmadığı için bugünkü sorunlarını çözemiyor. Böyle bir yapı olsa Türkiye meselelerini daha kolay halleder. Oysa dünyada büyük güçleri temsil eden dev­letlerin hepsinin içerisinde, görünen yöneticilerin arka planında bir derin devlet vardır.” Buna da en iyi örnek, o günlerde tarihe gömülmüş olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasında rol oynayan aktörlerdi.... Derin devlet nasıl bir formatta olmalıdır? Herhangi bir ülkedeki derin devlet, diğerlerine benzemez, çünkü derin devletin oluşması tarihi bir sürecin içerisinden geçer. Bir ülkenin tarihi geçmişi ve özel yapısı, oradaki derin devletin niteliğini belirler. ABD’yi kuran, özel teşebbüstür. Onu için derin devlet dediğimiz şey, özel teşebbüs içerisinde yuvalamıştır. Sovyetler Birliği’nde ise derin devlet yapılanması, gizli servis içerisindedir. Türkiye’de eğer kurulursa her iki devletinkine de benzemeyecek ve ordu etrafında kurulacaktır. Çünkü Türkiye’de siyasal açıdan deneyimli olan, siyasal kararları veren güç, esas iti­bariyle ordudur. Ordu Cumhuriyet’in de kurucusudur. Türkiye’de istihbarat servisi böyle bir fonksiyona ve yapıya sahip değildir; onun için derin devlet rolünü oynayamaz. Olursa, ordunun etra­fında olur. • Derin devletin en temel özelliği nedir? Bağımsız olmasıdır. Amerika’da, İngiltere’de derin devlet bağımsızdır. • Siyasi iktidara bağlı mıdır? Hayır, bağlı değildir. Siyasi iktidar onların verdiği kararların uygulayıcısıdır. Şöyle söyleyebiliriz: Önce, ülkenin geleceğe yö­nelik politikaları belirlenir. Sonra, siyasi yapıya buna uygun bir görünüm verilir. Herkesin zannettiği gibi iktidara gelenler politi­kayı oluşturmazlar. Oluşan politikaya göre iktidarlar yönetime getirilir. 3. Deniz Ülke Arıboğan Türkiye’nin derin devleti, liberal teori ile tam anlamıyla uyum sağlayamayan, birey ve toplum için neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleme alışkanlığı olan bir devlet geleneğinin uzantısıdır. Toplumun farklı katmanlarınca “iyi” ya da “kötü” olarak kategorileştirilen bu amorf yapı, varlığını özellikle güvenlik sorunları ortaya çıktığında daha da rahat meşrulaştırabilmektedir. Bu nedenle de güvenlik sorunlarından beslenmektedir. Devletin kendi derinliğinde boğulmaması için, bıraktığı yasal boşluğun işlevsel değil, yasal aktörlerce doldurulması önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir ülkede gölgelerin kapladığı alanın büyümeye başlaması, o ülkede güneşin battığı anlamına gelmektedir.
4. Emin Gürses
Devlet, toplumdaki gücünü meşru kılmak ve devam ettirmek için gerekli çabayı göstererek halka, devletin toplumdaki sınıf çıkarlarını korumada tarafsız bir otorite olduğunu inandırmaya çalışır. Devletin bir yapılanma olarak toplumdaki hâkim sınıf da dahil olmak üzere değişik sınıflarla anlaşmazlık içerisinde olabileceği de düşünülebilir. Bu durumda anlaşmazlığın çözümünün zorlaşacağı aşikârdır. Uluslararası sistemde bir devletin diğer devlet/devletlerle uyuşmazlığı ona toplumda daha fazla bir otonomi (özerklik) sağlayabilir. Dış tehdidin çoğu kez toplumsal dayanışmayı artırıcı rol oynadığı görülmüştür. Devlet, sosyal grupların taleplerini ve çıkarlarını tam olarak yansıtmayan hedefler belirleyebilir. Bunların uygulanma aşamasında farklı gruplar karşılıklı bir tavize yanaşmazlarsa siyasi kriz kaçınılmaz olabilir. Devleti kontrol eden güçlü bir elit kesimin varlığından söz edilir. Burada sorun, devlet elitlerinin ve ekonomideki diğer kurumlaşmaların çıkarlarının her zaman birbirine uymayabileceğidir. Elitler arasındaki anlaşmazlıklar var olan kaynakların rasyonel kullanılmalarını zorlaştırabilir. Bu durumda da kriz yaşanabilir ve devletin toplumsal otoritesinde sorun yaşanabilir. Günümüzde devletin rekabet içerisinde olan menfaat grupları arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde tarafsız bir hakem rolü üstlendiği iddiası, bireyleri gruplar kurmaya götüren ortak çıkarların tarihsel ve kurumsal geçmişlerini sorunsuz olarak görmesinden doğmaktadır. Toplumdaki bireyler, gruplar vs arasında sosyal-ekonomik ve siyasal eşitsizlikler vardır. Bu eşitsizlikler belirli grupların sosyal, ekonomik ve siyasal çıkarlarını savunma kapasitelerini etkiler. Ayrıca unutmamak gerekir ki, birçok toplumda çoğu gruplar devletten veya devlet kontrollü kurumların bütçelerinden yardım alırlar. Bu durumun bir çeşit bağımlılık ilişkisi yaratacağı ise açıktır. Burada devletin amacı, onların sistem dışına çıkışını ve olası radikalleşmelerini engellemektir. Derin devlet diye de adlandırılan bu güçlerin gayrı meşru faaliyetleri zaman zaman toplumsal kargaşaların yaşanmasının da önünü açmıştır. Soğuk Savaş sonrası yıllarda bu tür örgütlenmeler toplumsal ve uluslararası sorgulamalar nedeniyle önemli sınırlamalarla karşılaşmış, bu süreçte saldırganlıklarını da artırmışlardır. Fakat yeni süreç bu güçlerin yerine yine çoğunlukla emperyal merkezlerin kontrolündeki NGO’ların ikame edilmeye çalışıldığı ve emperyal kontrol mekanizmasının demokrasi ve insan hakları gibi tanımlamalarla meşrulaştırılmaya çalışıldığı dikkati çekmektedir.
5. Erol Bilbilik Derin Devlet emperyalizmin güdümünde olmayan tam bağımsız ulus devlettir. Bu bağlamda Derin Devlet gereklidir. Böyle bir devlette Gizli Servisler devletin bir parçasıdır. Bu bağlamda Teşkilat-ı Mahsusa Derin Devlet’in bir organıdır.
6. John Pilger Liberal demokrasi kolektif bir diktatörlüğe dönüşmeye doğru ilerliyor. Bu tarihi bir değişim ve medyanın bunun görünen sahte yüzü olmasına izin verilmemelidir. Bilakis medyanın kendisi popüler, acil çözüme ihtiyacı olan bir soruna dönüşmeli ve hemen harekete geçilmelidir. Gerçeklerin muhteşem savunucusu Tom Paine insanların çoğunluğu gerçekleri ve gerek fikirleri reddettiğinde kelimelerin Bastille’i dediği fırtına zamanının geleceği konusunda uyarıda bulunmuştu. İşte o zaman bu zamandır.
7. Nuh Gönültaş
11 Eylül günü akan kanın 12 Eylül günü durması gibi... Derin Devlet’in harekât planlarını Kırmızı Kitap belirliyordu. Ama artık bu belgenin uygulanması zora girmiştir. Son birkaç yıldır ortaya çıkan çirkin ilişkiler ağı bu yapıyı gözler önüne sermiştir. Bugüne kadar bu yapı yüzünden sadece AK Parti değil, çok partili sisteme geçişten sonra gelen bütün iktidarlar muktedir olamamışlardır.
8. Ömer Lütfi Mete
Meşhur hikâyedir ya; Napolyon’a sormuşlar:
-Sen hep ‘para para para’ diyorsun… Almanlar ise daima ‘şeref şeref şeref’ diyorlar… Tuhaf değil mi?
-Neresi tuhaf? Herkes kendisinde olmayanı ister! Son yıllarda yağmursuz Türkiye’nin her santimetrekaresine tonla “Derin Devlet” geyiği düşüyor. Sivri topuklu ayakkabı giyen bıçkından ipini koparmış veya emekli olmuş güvenlik birimi mensubuna… Eli kalem tutup karanlık hadiseler hakkında iki lakırdı edebilenden, yeraltı dünyasının liderleriyle poligonlarda birkaç şarjör mermi boşaltmışlığı bulunanlara kadar yüzbinlerce vatandaş karanlıkları görme ve okuma ustası geçinir oldu. Bu kadar Derin Devlet muhabbeti yapılan bir ülkede ya bütün karanlıkları örten veya bulanıklaştıran büyük bir perdeleme düzeneği var veya mahrem işleri gören tutarlı ve sağlam bir yapılanma yok demektir. Benim kanaatim Türkiye’nin Derin Devlet deyimi ile ifade edilecek bir çarkının bulunmadığı yönündedir. Napolyon’un dediği gibi, herkesin kendisinde bulunmayanı istediği doğruysa, bu kadar “derin muhabbet” ancak sığlığın belgesi olabilir. Buna dense dense “Derin Sığlık” denebilir. Türkiye’de Derin Devlet olmadığı için ya tamamen yerli Derin Çete’ler veya yabancı Derin Devlet’lerin uzantısı niteliğinde Derin Çete’ler vardır. Derin Devlet’in yerini Derin Çete’ler doldurmaya kalkıştığı için de benim gözümde Türkiye Cumhuriyeti bugün artık devlet değildir. ...
9. İbrahim Karagül
Hatta Türkiye’yi mensup bazı askeri unsurların İsrail’den Kuzey Irak’a yapılan sevkıyatlara güvenlik sağladığı, aynı birimlerle birlikte yabancı istihbarat mensuplarının Kuzey Irak’tan Türkiye’nin değişik yerlerine yapılan sevkıyatları birlikte yürüttükleri gibi dehşetengiz tezler hep yanıtsız kaldı. Son yirmi yılda Türkiye’nin sorduğu birçok sorunun cevabının bulunamaması gibi… Aslında bütün soruların cevapları bu trafikteydi. Ama kim soracaktı! Afyon’a getirilen patlayıcı ve füzelerin Ankara ve İstanbul’a gönderilmesi gibi. Peşmergeleri eğiten İsrailli uzmanların, Türkiye sınırına birtakım uydu cihazları ve bunlara ait ekipmanlar yerleştirmesi gibi. Trafikte yer alan bazı kişilerin sık sık İsrail’e gitmeleri gibi. 21 Eylül Cuma gecesi 01:40 sularında bir tonunu üzerinde C-3 ve C-4 patlayıcı taşıyan bir aracın İstanbul’a gönderilmesi gibi. Hiçbir zaman yazmaya cesaret edemediğim çok önemli liderlere suikastlar planlandığı iddiaları gibi. Dikkatimi çeken, bu iddialardan bir süre sonra yeni bir çete operasyonu yapılması oldu.
Tekrar soralım: Bu trafiği kimler yönetiyor? İçinde yer alan resmi görevliler kimler? Trafiğin Türkiye tarafından hangi güçler yer alıyor? Türkiye’deki ortakları hangi çevreler? Hangi taşeron çeteleri kullanıyorlar? Amaçları ne? Bu çokuluslu örgütlenmenin kodları ne kadar çözülebilir? Bilmiyoruz. Ancak, Türkiye’de sokakları bölen, kamplaşmalara/çatışmalara yol açan, gördüklerimizin dışında bir başka iradenin var olduğunu biliyoruz sadece. Gördüklerimiz kadarıyla izliyoruz ama sadece izliyoruz…
Bir operasyon, Cem Ersever, Jitem ve Mumcu suikastına ilişkin nice soruları bugüne taşıdı. Taşıyacak da. Ama 15 yıl önceki olayların dışında son beş yılda bu bölgede neler oluyor sorularına ışık tutacak bilgilere ihtiyacımız var. Cesaretle sorular sormaya. Son iki yılda gerçekleşen operasyonların çok büyük olayları, saldırıları, suikastları engellediğine inanıyorum. Önleyici operasyonlar oldu. Ama bu kirli, karanlık ilişkiler ağını aydınlatacak büyüklükte değil. Geriye doğru etkili bir temizlik çok zor, ama mümkün. Okyanus ötesi, kıta Avrupası ve bölge ülkeleri bağlantılı gayri meşru ilişkiler ağı çözülemezse, her iki ayda bir çete operasyonu yapılmak zorunda kalınacaktır. Tabii bu arada yeni Mumcu suikastları olmazsa, bunlara bağlı olarak toplumsal travmalar yaşanmazsa…
10. Cem Küçük
İngiltere Savunma Bakanlığı biyolojik silahlar uzmanı Dr. David Kelly’nin 17 Temmuz 2003’de evinin yakınlarında ölü bulunmuştu. Kelly, İngiliz hükümetinin Irak’taki savaşı haklı çıkarmak için Irak dosyasını abarttığını iddia etmişti.
Bizde devlet kavramından hoşlanmayanlar buldukları her fırsatta devlete yüklenirler. Bazı eleştirilerinde haklı olabilirler, ama çok methettikleri AB ülkelerinde de faili meçhuller hayli yaygındır.







22 Mart 2008 Cumartesi

İŞSİZLİĞE KÖKLÜ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ


1 - Öncelikle ithal ürünlere kota konulması yanında , ithal ürünlerin yurtiçinde üretiminin teşvik edilmesi gereklidir.

2 - Ar-Ge çalışmaları koordineli olarak sürdürülmeli ve teşvik edilmelidir.

3 - İleri teknolojik yatırımlar teşvik edilmelidir.

4 - Halka, yerli mallarımızın tüketilmesi konusunda yaygın eğitim verilmelidir.

5 - Girişimci ruh canlandırılmalı , tutarlı proje ortaya koyanlar, teşvik edilmelidir.

6 - Özellikle, tarım ve hayvancılık ürünlerimizin, işlenerek, ihracatı için, modern tesisler kurulmalıdır.

7 - Ormanlarımız işletmeye açılmalıdır.

8 - Madenlerimiz hammadde olarak değil, işlenerek pazarlanmalıdır.

9 - İthalata bağımlı olduğumuz ürünlerde , yerli üretimin teşvik edilmesi yanında, tasarruf yapılmalıdır.

10-Eğitimde fırsat eşitliği tanınması ile oluşan rekabet , kalkınmamızın da önünü açacaktır.

11-Çalışanların ücretlerinde seyyanen iyileştirmeler yapılarak, gelir dağılımında ki adaletsizliğin giderilmesi ile artan huzur ve mutluluk , üretimde kalitenin ve adedin artışını sağlayarak, birim maliyetlerini de düşürecektir.

12-İşveren ve işçi üzerindeki vergi , sosyal güvenlik primi yükleri düşürülmeli, fakat kayıtdışı önlenmelidir.

13-Ailesi yanında çalışanların vergi yükü azaltılmalı, fakat sosyal güvenliğe intibakları sağlanmalıdır.

14-Küçük ve ortaboy işletmeler desteklenmeli, üretimde rekabet ortamının oluşturulması ile, kalitenin ve çeşidin artışı sağlanmalıdır.

15-Turizme ve ihracata yönelik el sanatları geliştirilmelidir.

16-Bilim ve teknolojide beyin göçünü tersine döndürecek sistemler geliştirmeliyiz.

17-Büyük şehirlerde yaşanan tıkanıklığın giderilmesi için yeni cazibe merkezleri kurulmalıdır.

18-Göçün önlenmesi için de kırsal yaşamın refah düzeyinin yükseltilmesi gerekir.

19-Küçük esnafın ezilmemesi için, kiraların kontrölü yanında , yeni ticaret merkezleri kurulmalıdır. Seyyar satıcılar ve pazarcılar buralara yönlendirilerek, kayıtdışı önlenmelidir.
20-Dolandırıcılığı önleyecek, sert tedbirlere başvurulmalıdır. Böylelikle, vergi kaybının önlenmesinin yanında, dürüst esnafın zarar ederek, yeni yatırımlardan vazgeçmesi de önlenecektir.

21-Çoğu teşviğe dayalı, tüm bu faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için kaynak olarak, işsizlik fonunun işlevsel hale getirilmesi ile birlikte, orman vasfını yitirmiş arazilerin satışından elde edilecek gelir de kullanılabilir. Ayrıca yukarıdaki faaliyetler yürürlüğe girdikçe, kendi finansmanını da zaten sağlayacaktır.
22-Emeklilerin, başkalarının yanında çalışmaları yerine, kendi işlerini kurmalarına imkan sağlanmalıdır.
23-Yabancı işçilerin, kayıtdışı çalışmaları önlenmelidir.

Yukarıdaki tüm maddelerin ayrıntıları ve nasıl yürürlüğe geçirileceği, istenirse ayrı ayrı olarak rapor halinde sunulabilir.


İbrahim Ethem Erçakır - ieercakir@hotmail.com - www.yeniumuthaber.com

21 Mart 2008 Cuma

88 yıl önce Cuma neden farz değildi ?...


Bugünkü yazımın ilk bölümünde sizlere, İslam tarihinin en acıklı gününün hikâyesini anlatacağım.
Yazının ikinci bölümünde ise, bir sevgi selinin bir gemiyi nasıl batma noktasına getirdiğine ilişkin duygu yüklü bir örneğe yer vereceğim. Ezan, bayrak, vatan kavramlarının ruhuna vakıf olmak için 2–3 dakikanızı ayırıp sonuna kadar okumanızı tavsiye ediyorum.
Tam 88 yıl önce, yani 19 Mart 1920 tarihi itibariyle dünyada hiçbir Müslüman’a Cuma namazının farz olmadığını, yani farz olma şartlarından birinin geçerliliğini yitirdiğini biliyor muydunuz?
İlmihal kitaplarına baktığınızda görürsünüz… Bir kişiye veya topluma cumanın farz olmasının (vücubunun) şartlarından biri de hür olmaktır. Hür olmayana cuma farz değildir.
Malum, Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nı kayıp devletlerin safında bitirdi. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile savaştan çekildi. Hemen ardından ülkenin dört bir yanında işgaller başladı. O tarihten hemen sonra İstanbul’a çok sayıda işgal askeri çıksa da, devletin payitahtı olan İstanbul’un resmen işgali 16 Mart 1920 salı günü gerçekleşti.
En kara gün…
Bu tarihe önemle dikkatinizi çekerim. İstanbul’un resmen işgal edildiği, yani Osmanlı Devlet idaresinin işgal güçlerinin denetimine girdiği 16 Mart tarihi sadece Osmanlı Devleti için değil, tüm İslam âlemi için tam bir kara gün oldu. O tarihte dünyadaki tek bağımsız İslam ülkesi Osmanlı Devleti idi. Müslümanların yaşadığı diğer tüm topraklar sömürge devletlerinin işgali altındaydı. İstanbul’un işgali ve Osmanlı Devlet yönetiminin işgal güçlerinin denetimine girmesiyle sadece Osmanlı Devleti esarete düşmüş olmadı, tüm dünyada özgür bir tek Müslüman da kalmamış oldu.
Resmi işgalin gerçekleştiği 16 Mart tarihini takip eden ilk cuma, 19 Mart’a denk geliyordu. Cuma namazının Hicret sırasında, yani 622 de Müslümanlara farz kılındığı düşünülürse, o tarihten 1920 yılına kadar, yani 1298 yıl boyunca ilk defa Müslümanlar bu kadar zavallı bir duruma düştüler. İstanbul’un işgali dünyadaki tüm Müslümanları bu açıdan derinden sarsmıştır.
Neden kısa sürede başarıldı…
Dikkatinizi çekerim… Türk Kurtuluş Savaşı’nın, tarihte en kısa sürede sonuçlanan bağımsızlık mücadelelerinden biri olmasının en önemli nedeni budur. Özgür olmayan Müslüman her açıdan yarım insandır. Özgürlük bir Müslüman için olmazsa olmaz şarttır. İbadetlerin çoğunda yükümlülük sahibi olmak için özgür olma şartı vardır. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’un işgalinden bir ay sonra Ankara’da Meclis’i açarken, özellikle Cuma namazı sonrasına getirmesi de anlamlıdır. Hacıbayram’dan Meclis’e tekbir ve salâvatlarla gidilmiştir.
İşte Anadolu insanını başındaki esaret zincirini kırmak için kısa sürede örgütlenmesine yol açan, düşmanı yurttan kovan azim ve imanın bir kaynağı da buydu. Dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların, emperyalist Batılı uluslara karşı Anadolu’da bağımsızlık mücadelesi veren Türk kardeşlerine gönülden destek vermelerinin bir nedeni de budur.
Meraklıları için şu bilgileri de verelim; İstanbul’a ilk işgal askeri 13 Kasım 1918’de çıktı. 19 Şubat 1920 tarihine gelindiğinde, İstanbul’da 30.550 er, 28 bataryadan oluşan İngiliz kuvveti, 33.000 er, 55 top, 39 tayyare, 25 tank ve 12 zırhlı otomobilden oluşan Fransız kuvveti, 1.150 Yunan askeri ile 4.000 İtalyan askeri yerleşmiş vaziyetteydi.
Fransız General Franchet d’Esperey, İstanbul’a geldiğinde Galata Rıhtımı’ndan Beyoğlu’na kadar uzun bir zafer alayı tertipletti. Dolmabahçe Sarayı’nda oturacağını söyleyerek Padişah’ın sarayı terk etmesini istedi. Bu olayı “Kara Bir Gün” olarak vasıflandıran bir makale kaleme alan Süleyman Nazif’in “Tutuklanıp kurşuna dizilmesini” emretti. Bu emrin yerine getirilmemesi için Türklerle evli olan Fransız kadınlar General’e ricacı oldular.
Bir ülkede ezanların özgürce okunabilmesi çok önemlidir. Nitekim İstanbul’un işgali sırasında düşman çizmesi Ayasofya’ya girerek ezana ve namaza mani olmaması için kubbeyi tutan dört sütuna bomba yerleştirildiği iddiasıyla işgalcilere şantajda bulunulmuştur. 1970’li yılların başında haşhaş meselesinden dolayı Türkiye’ye gözdağı vermek isteyen bir Amerikalı yetkilinin Sultanahmet Camii’ni vurabilecekleri tehdidini savurması da, bu topraklarda bağımsızlık olma kavramıyla ezan arasındaki ilişkiyi de ortaya koymaktadır.
Neden gemiye saldırdılar…
Son olarak, bağımsız vatan toprağının ne anlama geldiğini yansıtan çarpıcı bir örnekle bitirelim yazımızı…
Avrupalı devletlerin Osmanlı’yı bölme ve parçalamaya yönelik düşmanca tutumları karşısında iyice yalnızlaşan Osmanlı Devleti, on dokuzuncu asrın sonlarına doğru yeni müttefikler arayışına girdi. Osmanlı Devleti’nin Rusya ile başının dertte olduğu dönemde, Osmanlı Devleti’nden binlerce kilometre uzaklıkta bulunan ve bu ülkeyle başı dertte olan bir başka ülke daha vardı. O ülke Japonya idi.
Sultan II. Abdülhamit Japonya ile ilişkilerin artırılmasını istiyordu. Bu amaçla Japonya’ya bir dostluk gemisi göndermeye karar verdi. Sultan II. Abdülhamit, Osmanlı Devleti’nin dış tanıtımı için iyi bir fırsat olarak gördüğü bu geminin, 1877–78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne büyük yardımı dokunan Hint ve Güneydoğu Asya Müslümanlarının yerleşim merkezlerine de uğrayarak, buralardaki halka Osmanlı’nın selâmını götürmesini de istiyordu.
Bu iş için seçilen Ertuğrul Gemisi işte bu düşüncelerle 1889 yılının Temmuz ayında 593 kişilik bir kafileyle İstanbul’dan büyük bir törenle yola çıktı. Ertuğrul'un Hindistan'a geleceği, o bölgedeki Müslüman toplum arasında bir efsane gibi yayıldı. Geminin limanlarına uğramasına daha haftalar varken, insanlar limanlarda bekleşmeye başladılar. Herkesi, İstanbul’dan gelen gemiyi ilk gören olmanın heyecanı içindeydi.
Ertuğrul, 1889 Ekiminde İngiliz sömürgesi altında bulunan ve nüfusunun yarısı Müslüman olan Bombay'a ulaştı. Lahor'dan, Delhi'den, Haydarabad'dan on binlerce Müslüman Bombay'a akın etti. Heyecan o boyutlara vardı ki, İslâm dünyasının payitahtı kabul edilen İstanbul’dan gelen gemiyi ve içindeki askerleri görmek için halk gemiye hücum etti. Gemi limanda ziyarete açıldı ve bir haftada 150 Bin kişi ziyaret etti. Geminin Müslümanlar üzerinde oluşturduğu sevinç dalgası bölgedeki sömürge idarecilerini telaşlandırdı. Gemi aşırı izdihamdan batma tehlikesi geçirdi. İzdihamdan geminin merdivenlerinden tırmanamayanlardan düşüp boğulma tehlikesi atlatanlar oldu.
Bağımsız alanda namaz…
Gemiye tırmanabilenler, “bağımsız Müslüman toprağı” diyerek hemen namaza duruyorlar ve hayatlarında ilk defa özgür bir alanda ve hür bir şekilde ibadetlerini yapabilmenin hazzını yaşıyorlardı.
Gemi, bir cuma sabahı Kolombo'ya vardı. Mürettebat cuma namazını kılmak için gemiden indiğinde halkta müthiş bir coşku oluştu. Seylan Genel Valisi, 300.000 nüfusu olan Kolombo'da 200.000 kişinin gemiyi ziyaret için başvurduğunu söyledi. İzdiham şeklindeki bu ziyaretlerin gemiyi yıprattığı bilinse de, ses çıkarılamadı. İşte bu gemi Japonya’dan dönüş yolculuğunda battı. Geminin gerek yol boyunca gerekse de Japon’daki faaliyetleri okuyucularımızın ilgisini çekerse daha sonra konuyu daha ayrıntılı ele alabiliriz.
Asırlarca esaret altında yaşayan Uzakdoğu Müslümanlarının bağımsız Müslüman toprağı diyerek gemiye saldırışlarını ve özgür bir ortamda iki rekât namaz kılmak için birbirilerini ezmelerini gözünüzün önünde bir canlandırın... Yaşanmış bu olaylar öylesine nefis film senaryosu olur ki anlatamam…
İstanbul işgal edildiğinde, gönderdiği gemiye bağımsız Müslüman toprağı muamelesi yapılabilecek tek bir bağımsız İslam ülkesi de kalmamış oldu. İstanbul’un işgalinin tüm İslam dünyasını sarsmasının bir nedeni de buydu.
Son günlerde ezana, Milli Marşımıza ve bizi biz yapan değerlerimize saldıranların gerçek amacını ve gerçek kimliklerini daha iyi anlamaya çalışın ve aslında kime çalıştıklarını düşünün.
Ezanınıza da, bayrağınıza da, vatanınıza da sahip çıkın.
Başka gidecek yerimiz yok.
http://www.osmanozsoy.com/

20 Mart 2008 Perşembe

''Artık Müslümanları rahat bırakmalıyız'' Amerika'da Yönetime aykırı sesler çoğalıyor...


Amerika'da yönetime aykırı sesler çoğalıyor....
'Varlığımız, terörümüz bizi uçuruma itiyor.' diyen The Indepen dent gazetesi yazarı Fisk, Bush'a isyan etti. 'Artık Müslümanları rahat bırakmalıyız' dedi.
ROBERT FİSK'in yazısı
Tarihten ders almayı hala öğrenemedik
Beş sene oldu ve hâlâ öğrenemedik bir türlü. Her sene yıldönümünde Irak'ta nasıl bir felaket yaratıldığını görünce Churchill'i ve Filistin için kullandığı "cehennem felaketi" tabirini düşünüyorum. Bu tür benzetmeleri daha önce de kullanmıştık ancak Dicle esintisi gibi bir anda kayboluvermişti. Irak bugün kana bulanmış durumda peki vicdani durumumuz ne durumda? Nasıl bir toplumsal sorgulama olacak. Yetersizliğimiz mi tek günahımız?
Bugün pek de faydalı bir tartışma içinde değiliz. Nerede hata yaptık? Dünyayı yönetenler kitle imha silahları konusunda yalanlar söylerken neden dünya ayaklanmadı, ya da Saddam'ın Osama bin Laden bağlantısı ve 11 Eylül olaylarında? Tüm bunların oluşuna nasıl oldu da izin verdik? Ve nasıl olur da savaş sonrası için bir plan yapamadık?
Evet, İngilizler Amerikalılara birşeyler anlatmaya çalıştı, Dowding Caddesindekiler şimdi bize diyorlar. Evet, ciddi olarak ve samimi olarak denedik bu yasadışı savaşa girişmeden önce. Bugün Irak savaşı konusunda geniş bir literatür var ve savaş sonrası için birtakım planlar söz konusu. Ama konu bu değil esasında. Irak konusundaki içler acısı durumumuz esasında çok daha geniş çaplı.
2003'te Bağdat'ta Filistin Oteli'nde bomba sesleri arasında uyuyamazken, o tehlikeli saatlerde kitaplar arasında geçişler yapardım karanlıktan gizlenmek için. Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı çatışmanın nasıl duyarlılık, incelik ve korku ile tarif edildiğini hatırlatıyordu. Borodino savaş dosyasını şiddetle tavsiye ederim, ve yanında gazete kupürleriyle tabii. Bu dosyada Pat Buchanan'ın ilginç bir ifadesi var, beş ay önce yazılmış ancak hâlâ etkisini koruyan, tam bir tarihsel dürüstlük abidesi: "Pax Americana zirveye ulaşacak, ancak daha sonra med-cezirler, geri çekilmeler yaşanacak, İslam dünyası emperyal güçleri gerilla ve terörle kovacak."
CHURCHİLL'DEN BUSH'A
İngilizleri Filistin ve Aden'den, Fransızları Cezayir'den, Rusları Afganistan'dan, Amerikalıları Somali ve Beyrut'tan, İsraillileri Lübnan'dan. Tarihten tek öğrendiğimiz, adeta tarihten bir türlü ders alamıyor oluşumuz. Peki nasıl oluyor? Kimse 1920'de Iraklıların İngiliz güçlerine olan başkaldırısını okumuyor mu, ya da Churchill'in ertesi sene haşin ve vahşi şekilde Irak'a yerleşişini.
Tarihsel radarlarımızda en varlıklı Romalı hükümdar olan Crassus'a bile rastlamıyoruz, hani Makedonya'yı fetihten sonra imparatorluk isteyen, görev tamamlandı nidaları atarak Mezopotamya'ya yola koyulan hükümdar. Bugün Iraklıların atası sayılan Parthianlar, Crassus'u Dicle kenarında yakalamış ve başını kesip içine altın doldurarak Roma'ya geri yollamıştı. Bugün olsa kesin videoya çekilirdi bu görüntüler. Antony Blair, kasaba avukatı, yalancılığından dolayı mahkemeye çıkarılmalı. Ya da hâlâ Arap-İsrail barışı için çalışmalı, çatışmaya yönelik daha çok faydası olsa da bugüne kadar. Ve bugün karşımızda savaş konusunda düşüncelerini değiştirmiş biri var. Tek sayfalık bir A4 kağıdında yaptı bunu hatta, ve önerdi ki göçmenleri test etmeliyiz İngiliz vatandaşlığı için. Evet katılıyorum, hatta sorular şu şekilde olmalı, hangi İngiliz general bir yalan uğruna 176 İngiliz askerin ölümüne yol açtı ve bu durumu nasıl kurtardılar? Bugün karşımızda duran esas büyük sorunlar, ister Irak diyelim ya da Afganistan, Amerikan ekonomisi ya da küresel ısınma olsun, ciddi siyasi zaman çizelgelerine göre değil, televizyon programlarına ve basın konferanslarına göre tartışılıyor adeta.
Irak'a ilk hava saldırısı Amerikan televizyonlarında tavan yaptı mı, işte esas konu bu. Sabah programları arasında Bağdat'taki Amerikan askerleri yer aldı mı? Elbette. Saddam'ın yakalanması Bush ve Blair tarafından simultane olarak basına yansıtıldı mı? Esasında tüm bunlar sorunun sadece bir parçası. Esas sorun Churchill ve Rooselvelt'in zamanında doğruları paylaşırken, artık bugün doğrulardan uzaklaşıyor olmamız. Neden Bush ya da Blair Iraklı direnişçilerin Batılı güçlere karşı koyduğunu açıkça söyleyemiyor.
Bugün tek bir Batılı lider bile gerçek bir savaş tecribesi yaşamış değil. Irak'ta Anglo-Amerikan işgali başladığında, en önemli Avrupalı karşı çıkan Chirac olmuştu, o da Cezayir çatışmasında yer alan birisiydi. Ya da Colin Powell, o da Vietnam tecrübesi yaşamıştı. İşte bugün garip olan, ne Cheney'nin ya da Bush'un, Rumsfeld ya da Wolfowitz'in bir silah ateşlenmesi bile görmemiş olmaları ve ülkerleri için savaşmamış olmaları. Filmler çatışma konusunda onlara deneyim kazandıran tek kaynak.
KAÇ İNSAN ÖLDÜ?

Beyaz Saray'a hitap eden çok film başlığı gördük son dönemlerde. Savaşın başından beri geçen beş senenin ardından artık geçerli bir toplantı, gözden geçirme yapmak mümkün, hatta 2. Dünya Savaşı ışığında. İstatistikler en değerli yardımcılarımız bu konuda, karanlık odada yolumuzu bulmak için. Öyle ki, toplam ölen Amerikalı asker sayısı (3978), 6 Haziran 1944'teki Normandiya'dan daha fazla (3384), ya da aynı sene Arnhem'de ölen İngiliz askerlerinin üç katı (1200). Irak'ta ölen İngiliz asker sayısı (176), 1944-45'teki Bulge savaşında ölen ölenlerle nerdeyse eşit. Yaralı Amerikan askeri sayısı 29365, 1944'e göre nerdeyse üç kat daha fazla, ya da toplam Kore'de yaralanan asker sayısının çeyreği nerdeyse. Evet, bir açıdan, tüm bunlar bizleri, acı gerçeklerin neden saklandığı konusunda bilgi veriyor, Buchanan'ın uyarısında olduğu gibi. İslam'ın vatanına ordularımızı sevkettik, İsrail'in desteğiyle, halbuki onların Irak konusundaki yanlış istihbaratı başkanlarımız tarafından yalanlanmıştı, yüzbinlerce Iraklı timsah gözyaşları içerinde ölürken.
Amerika'nın devasa askeri prestiji artık çok azaldı. Hatta, 11 ve 12. yüzyıldaki Haçlı Savaşları'nın tam 22 katı kadar askeri güç var bölgede. Ne yapıyoruz diye bir sormalıyız. Demokrasi için mi, petrol için mi oradayız? İsrail için mi? Kitle imha silahları için mi? Ya da İslam korkusu için mi? Ve kötü bir tahmin yapmak istiyorum. Afganistan ve Irak'ı kaybettiğimiz gibi, Pakistan'ı da kaybedeceğiz. Varlığımız, gücümüz, ve terörümüz evet terörümüz bizi uçuruma itiyor. Artık Müslüman dünyasını yalnız bırakmadan Ortadoğu'daki felaketi önleyemeyeceğimizi anlamamız gerekiyor. İslam ve terör arasında bir bağlantı yok. Ancak Müslüman topraklarını işgalle terör arasında bir bağlantı var. Ve de çok komplike bir denklem değil. Ve illa da bir toplumsal sorgulamaya gerek yok bunu doğru anlamak için.
* The Indepen dent, 19 Mart Çev. Evren Tok

Kıyamet kapısının son bekçisi: TÜRKLER!


Kıyamet kapısının son bekçisi: TÜRKLER!
ABD ‘canavarı’ kelepçeleyecek zincirin halkalarını tek tek tamamladı! Cheney’in son Ortadoğu ziyaretinin ülkeleri zayıf ‘kuşkulu’ halkaları oluşturuyordu. Şimdi hepsi tamam, biri eksik! O eksik bakla Türkiye! Ankara bu kadar hengame içinde, kıyamet zincirini ‘birleştirip’, Pers yaratığını hapsedecek son halka olup olmayacağına karar verecek! Böylece bir anlamda ‘kıyamet kapısının önündeki son bekçi’ olacak. iyibilgi Ankara

Korkulan olacak gibi. II. Bush hanedanı “sarayı” terk etmeden önce, ezeli ve ebedi düşmanı İran’ı, bağlı olarak tüm Ortadoğu’nun kadim coğrafyasını felakete sürükleyecek gibi.
Son bir aydır bu konuda kuvvetli işaretler geliyor. Tabii en güçlüsü, ABD İkinci Başkanı Richard B. Cheney (Türkiye’de ve dünyada bilinen ismiyle Dick Cheney’in), Ortadoğu’daki “bazı” ülkeleri kapsayan 9 günlük ve Ankara’da sonlanacak ziyareti!
Beyaz Saray’ın resmi gezi açıklamasına göre bu ülkeler, Oman, Suudi Arabistan, Irak, İsrail ve Türkiye. Diğer ülkelerle konuştuklarının ne olduğu pek az biliniyor.
Ama Türkiye’de konuşacakları konusunda spekülasyon çok bol. Afganistan’a asker göndermeden füze kalkanına, PKK’dan Irak’a kadar bir seri senaryo yürütülüyor.
Yine de bu projeksiyonlar içinde en az yer bulanı İran konusu. Daha doğrusu İran’a olası bir saldırının gündeme gelip gelmeyeceği sorusu.
Türkiye’de bu maddenin üzerinde yoğun durulmuyor. Ama dünyada durum öyle değil. “İlgili ülkeler”in çoğu diğer maddeleri hiç saymıyor. Bu elbette konuşulmayacak anlamına gelmiyor ama asal dosyanın üzerin “İran” yazdığına inanılıyor.
Uygun adam, uygun harita!
Gerçekten de hem ziyaretçinin kişiliği hem de Ankara’ya gelene değin izlediği rota bu ipuçlarını taşıyor. Cheney, Bush iktidarı Amerika’da göreve geldiğinden beri Ortadoğu’ya ilişkin tüm sorunları “keskin” planlarla çözmeye çalıştı ve İsrail’i odak alan bir bakışla “BOP” ve savaş planlarını geliştirdi, uyguladı.
Cheney’in tam tanımı bu. O ABD’nin savaşçı prensi. Esasen harita da bu işareti veriyor. İran bugün tam anlamıyla bir kuşatma altında. Birleşliş Milletler veya Irak’a müdehale eden müttefik güçlerin baskılarından bahsetmiyoruz.
Yalın haritaya göre, İran’ın çevresi tam bir Amerikan hakimiyeti altında. Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Oman, Irak, Pakistan ve Afganistan tam anlamıyla ya ABD hakimiyeti altında ya da ağır etkisi altındaki ülkeler.
MOSSAD’a göre zincirdeki her ülkenin İran savaşındaki önemi ne? Ülkelerin “gizli” anatomisi için TIKLAYINIZ…
Elbette en önemlisi Türkiye. Zira Ankara bu ülkelerden farklı olarak İran’la sadece sınır ortağı değil, aynı zamanda siyasi, tarihi, diplomatik ve ticari geçmişi eski ve güçlü ülke.
Zaten Cheney’in son ziyaret rotasına bakıldığında adı geçen ülkelerin böylesi olası bir İran savaşı durumunda en kritik ülkeler olacağı hemen anlaşılıyor. Oman, Basra Körfezi ile Oman Körfezi’nin tam ortasında, İran’ın tam karşısında “ilginç bir burna” sahip.
O burun iki körfezi de tıkayacak stratejik uzunlukta. Ama zengin olmasına rağmen küçük bir ülke İran’dan korkuyor. Diğer taraftan ABD dediklerini dinliyor. Suudi Arabistan’da hiç sorun yok. O hazır.
Kuveyt’de de biraz korku var. Geçmiş deneyimleri, Irak ile İran tam körfezde buluştukları noktada bulunan bu ülkenin parlamentosu-teşbihte hata olmaz-bu konuda biraz mızmızlanıyordu.
Ama mesele “dün” çözüldü. Dün derken gerçekten “dün” kastediyoruz. Kuveyt emiri parlamentoyu fesh etti ve yönetimi belirsiz bir süre için eline aldı. Yani mesele çözüldü.
Irak için diyecek bir şey zaten yok. Orası ABD toprağı. Tıpkı Afganistan gibi! Pakistan ise zaten ABD’nin ağzının içine bakıyor ve en ufak yanlış anlamada, ABD’nin arkasından çekileceğini, zaten karışık olan ülkesinin raydan çıkacağını biliyor.
Yani ‘ring’ tamam. Bir eksikle. Türkiye bu zincirin bir baklası olmak konusunda çok hevesli değil. Oysa ABD’ye göre olmak durumunda. Türkiye olmadan kıyametin kapıları açılmıyor! Peki Türkiye “evet” der mi?
‘Türkiye batarsa dünya batar!’ Genelkurmay’ın davetlisi ve dünyanın en ünlü terör uzmanı Prof. Yonah Alexander’ın bu sözlerinin “nedeni” için TIKLAYINIZ…
Bu sorunun Türkiye’nin dış politikasından çok şu sıralar biraz iç politikası ile ilgisi bulunuyor. Ankara ABD’nin olası taleplerine karşı biraz “hassas” günlerden geçiyor.
İktidar partisi hakkında açılması istenen kapatma davası, AKP hükümetini “dış siyasi desteğe” oldukça bağımlı hale getiriyor. Öte yandan terör örgütü, Kuzey Irak bağlamında “güvenlik” sorunları Ankara’yı düşündürüyor.
Cheney’in taleplerinden biri olacağı söylenen “Afganistan’a ek Türk askeri” söylemi, Genelkurmay Başkanı tarafından ciddi ifadelerde red edildi ama, ketumluğu ile meşhur Dışişleri Bakanı Babacan bu konu hakkında oldukça ilginç konuştu!
“Biz kendi terörle mücadelemiz ve Afganistan’daki terörle mücadele arasında bir denge kurup, önümüzdeki günlerde bununla ilgili bazı kararlar vereceğiz. Askeri konularda önümüzdeki dönemde spesifik kararlar vereceğiz.”
Doğrusu her kelimesi üzerinde durulması gereken ve Cheney ziyaretinde saatler önce yapılmış bir açıklama.
Yine de Ankara’nın İran’ı hedef alan bir askeri seçeneği kabul etmekte zorlanacağı aşikar. Türkiye, İran’ı karşı bir operasyonun parçası olarak görünmenin uzun vade getirilerini ve götürülerini iyi hesaplamak zorunda.
Çünkü kıyametin kapısı bir kez açıldığında içeride bekleyenlerin ne olacağını kestirmek, dahası kontrol etmek imkansız.
ABD, bu son savaşı kendi uhrevi beklentilerine uygun görsede!

http://www.iyibilgi.com/haber.php?haber_id=59011

16 Mart 2008 Pazar

''Babasının mezarını da kapatacak mı ?''...




Gerizekalılar bile bilir ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı makamına oturan birinin zekasında bir problem olamaz.. Demekki..." Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Fikri Akyüz, başsavcıya yönelik çok sert bir yazı yazdı... "
Akyüz, "Ben Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısıyım” demeyiniz, çünkü siz yargıyı da bilmiyorsunuz, Cumhuriyet'i de bilmiyorsunuz ve üstelik siz “sav”ın ne olduğunu da bilmiyorsunuz, dedi...
Hızını alamayan Yeni Şafak yazarı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'ya o soruyu sordu...
İşte Akyüz'ün o yazısı...
Başsavcı, babasının mezarını da kapatacak mı?! Ellerinizi ovuşturuyor musunuz Sayın Başsavcı? Attığınız bir imza ile bugün annesinin karnında olan çocukların bile istikbalini karartmaya ne hakkınız var? Siz kimsiniz? Hayır hakaret etmiyorum, sadece soruyorum: Siz kimsiniz? “Ben Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısıyım” demeyiniz, çünkü siz yargıyı da bilmiyorsunuz, Cumhuriyet'i de bilmiyorsunuz ve üstelik siz “sav”ın ne olduğunu da bilmiyorsunuz. Yok hayır, elbette bunların ne olduğunu biliyorsunuz; biliyorsunuz ama iyi bilmiyorsunuz. Çünkü siz yargıyı da Cumhuriyet'i de “müddeiumumi”liği de suiistimal ediyorsunuz; suiistimal etmekle kalmayıp bir de istismar ediyorsunuz. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı makamı, falanca belde belediyesi başkanının anlattığı bir fıkradan dolayı bir partiyi kapattırmak isteyecek kadar ve üstelik “bir fıkra kadar” komiklik yapılan bir makam mıdır? Siz Sayın Abdurrahman Yalçınkaya, babanız yaşıyorsa Allah selamet versin; vefat etmişse Allah rahmet eylesin. Babanız vefat etmişse babanızın mezarını da kapatmayı düşünüyor musunuz? Öyle ya, babanız size “Abdurrahman” yani “Allah'ın kulu” adını vermiş olmakla laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline gelmiş olmuyor mu?! Adınızı değiştirmek için başvuracağınız “Allah'ın kulu” bir tane bile hakim yok muydu?! Evet yazdığınız iddianameyi okumadıysanız bu çok “dramatik”tir. İddianameyi bilerek yazdıysanız bu çok “trajiktir”. Yok eğer bunları “ciddi ciddi” yazdıysanız bu çok “komiktir”. Neden komiktir; şundan dolayı komiktir. Örneğin; iddianamenizde şu meşhur “ulema” sözcüğü etrafında yapılan o pis ve iğrenç yorumlara da iltifat etmişsiniz. Bu sözcük etrafında koparılan fırtınaya mı yanayım yoksa bu fırtınadan dolayı “tusunamik kapatma davasına” mı yanayım, bilmiyorum. Başbakan Erdoğan ne demişti, bakalım: “Başörtüsünün yasaklanıp yasaklanmamasına dair karar verecek olan bir mahkeme şayet yasak koyarsa buna tabii ki uymak gerekir. Ama bir mahkeme 'Başörtüsü dinin emri değildir' diyemez. Başörtüsünün dini bir emir olup olmadığına ancak ulema karar verir..” Ama gerizekalılar bile bilir ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı makamına oturan birinin zekasında bir problem olamaz.. Demek ki bu şık olamaz. O zaman şu şıkka bakalım: Siz “ulema”nın “alimler”in çoğulu olduğunu bilmiyorsanız sizin Türkçenizde bir sıkıntı var demektir. Ama bu şık da doğru olamaz; çünkü yüksek dereceli bir kanun adamı bir iddianameye bir sözcük yazarken anlamını bilmiyorsa en azından “Kamus-i Türki”ye müracaat eder. (“Kamus-i Türki de ne demek?” diyenlere cevabım “Bir kamus al” demek olacaktır.. “Kamus”un anlamını bilmeyenlere ise kamusal alanda da satılan bir “Sözlük”e bakmalarını tavsiye etmek olacaktır!) O zaman geriye tek bir nokta kalıyor; o da şudur: Siz Başbakan Erdoğan'ın ulemaya ilişkin sözlerini “bilerek” evet iddia ediyorum bilerek çarpıttınız. Çarpıttınız; çünkü Başbakan Erdoğan için hiç kimse iddia edemez ki o makamda oturan bir insan kalkıp da “Başörtüsünün yasaklanıp yasaklanmayacağına mahkemeler değil din alimleri karar verir..” demez. Bu, Tayyip Erdoğan'a “aptal” demekle eş anlamlıdır; eh bir partiyi bir yıl sonra % 34, üç yıl sonra % 42, beş yıl sonra % 47'ye çıkaran bir adam şayet aptalsa ben de “manyak” bir adamım! Hadi “ulema” siyasal literatüre daha yeni girdi. Ama şu “laiklik” kavramını en azından 70 yıldır tartışmıyor muyuz? Bir genç kızın üniversiteye başörtüsüyle girmesi mi laikliğe aykırıdır yoksa girmesinin engellenmesi mi? O zaman Avrupa'da bütün partilerin kapatılması gerekmiyor mu? Siz Ak Parti'yi kapatmakla Cumhuriyet'i korumuş olmuyorsunuz; siz sadece ve sadece sırtınıza giydiğiniz cüppenin verdiği o “sanal kudretle” egonuzu şişiriyorsunuz. Ak Parti bugün kapatılır; yarın bir başka ad altında yeniden açılır. Ya da başörtülü genç kızları üniversiteye almamakla belki İlhan Selçukların, Ertuğrul Özköklerin yaptığı haysiyet cellatlığına yağlı urgan taşıyarak sıcak yorganlarınızda yatmanın keyfini yaşayacaksınız.. Ama şu kapatma davasıyla başı açıkların da, içkisini içenlerin de, CHP'ye oy verenlerin de geleceğini bir imzayla kararttığınızı neden göremiyorsunuz? Gözlerinizdeki perdeyi kaldırmak çok mu zordur? Benim “aydınlanmacı” kardeşlerim, perdeyi kaldırmadığınıza göre geriye tek bir şık kalıyor. Demek ki siz “karanlığı çok seviyorsunuz?”!

Fikri Akyüz - Cafesiyaset.com

15 Mart 2008 Cumartesi

“Verirsem azalır diye mi korkuyorsun?”



Adam olsaydık içimizde bir tek yoksul bile olmayabilirdi. Sistem bozukmuş, gelir dağılımı adaletsizmiş, sosyal devlet aslında sosyal-mosyal değilmiş, bilmem neymiş de bilmem neymiş, o yüzden bu kadar yoksul varmış; hikâye! Kendi sorumsuzluğumuza toz konduramadığımız için bütün sorumluluğu devlete yükleyip, olmayan vicdanımızı rahatlatıyoruz.
Devlet devlettir, insan değildir. Suçu-günahı olsa ne yazar? Din Günü'nde devletler mi hesaba çekilecek?
“Ama efendim, devleti insanlar yönetiyor; devletin suçlu olduğunu söylerken onu yöneten insanları kastediyoruz.” Öyleyse, devleti yönetenlerin insanlığına karşı bizim insanlığımız! Hodri meydan!
Ailemizdeki yoksula, sokağımızdaki yoksula, arkadaş çevremizdeki yoksula adam gibi sahip çıkıyor muyuz? Adam gibi sahip çıksak, o yoksulun yoksulluğu devam eder mi? Eline ayda-yılda üç-beş kuruş sıkıştırmaktan bahsetmiyorum. Olağanüstü bir toplantı düzenleyip “Bu kardeşimizin, bu akrabamızın, bu komşumuzun, bu arkadaşımızın durumunu düzeltelim. İş mi bulacağız, aramızda para toplayıp iş kurması için sermaye mi vereceğiz, doğru dürüst bir maaş mı bağlayacağız, hemen karar alalım ve aldığımız kararı hemen uygulamaya koyalım. Yoksa Peygamber Efendimizin (sallallahu aleyhi vesellem) 'Bizden değildir' diye andığı tiplerden oluruz” deyip, yanı başımızdaki yoksulun çilesine anlı-şanlı bir nokta koymaktan bahsediyorum. Bunu yapmamızı devlet mi engelliyor?
Her aile, her apartman, her arkadaş çevresi, her cami cemaati, her mahalle kendi yoksullarına örgütlü bir şekilde sahip çıksa, onlarla doğru dürüst ilgilense, onları kalkındırsa, devletin sosyal adaletsizliği filan vız gelip tırs gitmez mi? İşine yarayacak bürokratlara veya siyasetçilere lüks bir lokantada yemek verirken 10 yoksul aileyi bir ay boyunca doyuracak miktarda parayı gözünü kırpmadan gözden çıkaran ve yemek boyunca neşeli kahkahalar atan, ama bir yoksula üç kuruşluk yardımda bulunması istenince fevkalade ince eleyip sık dokuyan ve bu arada suratını fena halde asan milyoner veya milyarder işadamlarının vicdansızlığı da vız gelip ters gider. Orta halli veya orta halden hallice vatandaşların -iyi örgütlenerek- altından kalkabileceği bir iştir sözünü ettiğim.
Biz bir vakıf medeniyetinin çocuklarıyız ve bu medeniyetin emarelerini hâlâ taşıyoruz; bir kazadan sağ salim kurtulduğumuz zaman “Verilmiş sadakamız varmış” dediğimize göre, kendimizi ancak başkalarına yardım ederek kurtarabileceğimize inanmaya devam ediyoruz; lakin sonuç almaya, meseleyi halletmeye, olayı bitirmeye dönük yardımlaşma anlayışından çok uzaklaştığımız, yardımı iyice sembolik hale getirdiğimiz de bir gerçek. Çoğumuz, sadra şifa olacak bir yardıma gücümüz yetse bile sadra şifa olmayacak bir yardımla yetinebiliyoruz; yaptığımız yardımın sadra şifa olup olmayacağını önemsemiyoruz; sadece vicdanımızı rahatlatma amacı güderek vicdansızlık ediyoruz.
Mustafa İslamoğlu Hoca'nın nefis bir sözü var: “Verirsem azalır diye mi korkuyorsun? Öyleyse sen Allah'ı tanımıyorsun.”


Hakan Albayrak

11 Mart 2008 Salı

Evlilik ve Duygusal Zekâ



Toplumumuzda kişileri çoğu kez "duygusal" ve "mantıklı" gibi iki gruba ayırma eğilimi gösteririz. Üstelik "mantıklı" sınıfına soktuğumuz kişilerden övgüyle bahsederken, diğer gruptakilerden eleştiri ile söz etme tutumu daha yaygındır. Oysa ki, alınan her mantıklı kararın altında da duygular yatar. İnsan kendisine yapılan bir harekete, söylenen bir söze, gördüğü bir manzaraya bir tepki / cevap vermeden önce "duygularına" başvurur. Duygularından almış olduğu mesajla düşüncelerine yön belirler ve bunu eyleme döker. Bu gerçeği kıstas olarak aldığımızda bu ayrımın çok da geçerli olmadığını görürüz. Toplumda görülen bu sınıflamanın tabi ki toplumda geleneksel bir geçmişi vardır. Şöyle ki; kız ve erkek çocuklarına duygularıyla baş etme konusunda çok farklı dersler verilir. Aileler -öfke duygusu hariç- diğer duygular hakkında kızlarıyla oğullarından daha fazla tartışırlar. Yani kız çocuklarına " duygular " hakkında erkek çocuklarına oranla daha fazla bilgi verilir. Aileler, okul öncesi çocuklarına anlatmak için masallar uydurduklarında bile, kızlarıyla konuşurken daha çok duygu yüklü sözcükler kullanırlar.Duygularda yabancılaşma"Erkekler ağlamaz" diye büyütülen erkek çocukları ile "kızlar her yerde konuşmaz, gülmez" diye yetiştirilen kız çocukları ileri yaşlarda problem yaşamaya başlıyor. Her şeyden önce kendi duygularına yabancılık ile başlayan karşı cinsle ilişkilerinde problem yaşamaya kadar gidiyor bu sorunlar. Yetişkin bir birey olup evlendiklerinde de birbirlerinin duygularını ifade ediş tarzını anlamlandıramama ile evlilik problemleri yaşamaları da çok şaşırtıcı olmasa gerek. Kısacası, duygusal öğrenmedeki bu farklılıklar çok farklı becerilerin oluşmasına yol açar. Kızlar "sözlü-sözsüz duygusal işaretleri okumakta, hislerini ifade etmekte ve iletebilmekte " ustalaşırken, erkekler "suçluluk, korku, incinebilirlik ve acıyla ilgili duygularını en aza indirgemekte" beceri sahibi olurlar.Evlilik öncesi ve sonrası!İlişkileriyle ilgili "hoşnutluk düzey"lerini ölçmek amaçla 264 çift üzerinde yapılan çalışmaya göre aslında kadınlar için en önemli öğeler arasında "iyi iletişim" hissin gereksinimi ortaya çıkmış. Evli kadınlar üzerinde yürütülen bir diğer araştırmaya göre ise; kadınlar için yakınlık, bir şeyler, özellikle de ilişkinin kendisi hakkında konuşabilmek demektir, ifadesi çıkmış ancak bunun kadınlarca çok da iyi yürümediği sonucuna varılmış. Uzmanların bulgularına göre; flört döneminde erkekler müstakbel eşleriyle, onların yakınlık isteklerine uyan sohbetlere vakit ayırmaya daha istekli ancak evlendikten sonra, zaman ilerledikçe erkekler -özellikle daha geleneksel çiftlerde- eşleriyle bu şekilde konuşmaya daha az zaman ayırır ve yakınlık hislerini bir şeyler konuşmak yerine, bahçeyle uğraşmak, tatile gitmek gibi birlikte yapılan aktivitelerle telafi etmeye yöneldikleri sonucu bulunmuştur. Kocaların bu artan sessizliği, kısmen evliliklerinin durumu hakkında biraz fazla iyimserliklerinden kaynaklanıyor da olabilir (?!). Nedir duygusal zeka?Kişinin kendi duygularını bilip, tanıması ve karşısındaki kişilere ifade edebilme becerisiKendi duygularını yönetebilme becerisiKarşı tarafın duygularının farkında olabilme, anlayabilme becerisiKendi kendini güdüleme becerisiİlişkilerini kontrol edebilme becerisini kapsar. Öneri 1: En önemli adım "empati" kurabilme becerisini kazanabilmedir. (empati: bir kişinin diğer kişinin yerine bir an için geçerek, onun gibi düşünüp algılayabilme ve hissedebilme yetisidir) Örneğin eşinin canını sıkan bir olayı diğer taraf saçma ve gereksiz olarak algılayabilir. Eğer bu kişi duygusal zekasını sorunu anlamlandırabilmek için işin içine sokarsa, söz konusu olan durumun hiç de saçmalık olmadığı farkındalığını geliştirebilir.Öneri 2: Dolup taşmadan önce bir panzehir olarak kendi kendine konuşmaÖneri 3: Savunmacı olmayan dinleme ve konuşmaÖneri 4: Sakinleşebilmek (Her güçlü duygunun kökeninde harekete geçirici bir dürtü vardır. Bu dürtülerin yönetimi duygusal zekanın temel taşlarındandır.Öneri 5: İlişkiye zaman ayırmalısınızÖneri 6: Uzlaşmaya varmayı, başkasının isteklerine saygı göstermeyi bilmelisiniz.Öneri 7: İletişim çok önemlidir. Sadece mutluluklarınızı değil, endişe, korku ve tereddütlerinizi de anlatmalısınız Evliliğiniz canlanabilir!Aslında bir evliliği kurtaran ya da yıkan, sorunlarının çok / az olması, çiftlerin maddi anlamda nasıl geçindiği ile değil, daha çok ilişkilerinin geleceği açısından daha önemli olan hassas noktaların çift tarafından nasıl tartışıldığı, yani çiftlerin davranış biçimleri ile ilgilidir. Duygusal zeka, işte bu süreçte devreye girerse tükenmiş olarak gördüğünüz ilişkiniz yeniden canlanabilir. Duygusal zeka ile bir çok soruna, karşı tarafın gözünden bakabilir ve “haksızlık bu” diye algıladığınız her şeyi rahatlıkla derinlemesine görebilirsiniz.Renkli umutlarla kurulan iki başrol oyuncusunun oynadığı, ismi “evlilik” olan bu oyunun ilerleyen zamanlarda karşılıklı taraflar arası oynanan bir maç niteliği kazanıp “oyundan galip çıkma telaşına” girmek istemiyorsanız tavsiyelerimize kulak verin.

Milli Gazete

7 Mart 2008 Cuma

Ne Sömürge, Ne Kölelik

Bir kez daha tekrar ediyor ve diyoruz ki İslam'da cihad ancak Allah yolunda olur ve ancak O'nun rızasını kazanmak için savaşılır. Allah yolunda savaşıp meydanlarda zaferler kazanan Müslümanların, büyüklük taslayan putçuların veya diktatörlerin yaptıkları gibi yapıp ,onların düştüğü seviyeye düşmeleri elbette doğru değildir.
Çünkü müslüman, Kisra'lar gibi saraylar yapmak, milletleri, ülkeleri köleleştirmek, kişisel çıkarını ve düşük şehvetini dindirmek için savaşmaz. O, milletlerin gelir kaynaklarına zeballa gibi çöken ve bu kaynakları kişisel çıkarları uğrunda peşkeş çeken, Allah'ın zavallı kullarını gayesi uğrunda berheva eden imansız putçular gibi savaşmaz. Kesinlikle hayır!..
Onlar gibi savaşmak Allah'a yemin ederim ki kesinlikle cihad değildir. Bu şekilde savaş ancak ve ancak tağut yolunda savaştan başka bir şey değildir. İslam; Bu çeşit savaşlardan, bu çeşit yönetimlerden uzak, çok çok uzaktır. İslam'ın anladığı anlamda cihad, zorluklara göğüs gerip dünyanın geçici lezzet ve arzularını umursamadan bütün güçlüklere katlanıp Allah yolunda nefsi arzuları yok eden bir eğitimdir .
Allah Müslümanlara zaferler bahşedip, yönetimi ellerine aldıklarında devleti yönetenlerin katlanacağı zahmetler elbette ki pek çoktur. Bazen bu öyle bir durum alır ki; haftalarca, aylarca gündüzleri rahat yüzü görmez, geceleri uyku nedir bilmez bu idareciler. Ara vermeden halkın ve ülkenin yararını zayıf ve fakirlerin hakkını hukukunu gözetmek zorunda kalırlar. Bununla beraber mü'minlerin emiri; ülkenin ve milletin durumunu düzeltip ayrılıkları yok edip yönetimde başarılı olduğundan dolayı, bütün bunların karşılığını görmesi için hayatın zevklerini tadıp krallara özgü saltanat sürmesi söz konusu değildir. Oysa, bugünkü devlet adamlarının birçoğu o görkemli ve zevkli hayata özenerek hükümet koltuğuna göz dikmektedirler. "Üstünlük ancak takva ile olduğundan" dolayı İslam'da yönetenler ile yönetilenler arasında bir ayrıcalık yoktur. Yönetenin Allah ve Resulünün emirlerini uygulamaktan başka hiçbir yetkisi yoktur.
Müslüman yöneticinin, kocaman köşklerde, süslü saraylarda oturarak halkına büyüklüğünü göstermesi doğru değildir; halkı kölesi gibi kullanıp diktatörce yaşamaya hakkı yoktur. Çünkü İslam'ın emirlerine aykırı bir hareket alanı yoktur. Allah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine dayanmadan kendiliğinden, hareket etme özgürlüğü yoktur. Kendisine ne kadar yakın olursa olsun, eğer bu yakını haksız ise hakkın küçüklüğüne büyüklüğüne bakmadan haklının hakkını almak zorunluluğundadır. Kimseyi cezalandırmaya ya da ödüllendirmeye yetkisi İslam'a uymadığı sürece yoktur. Kısacası bütün eylemlerinde kitap ve sünnete uymak zorundadır. Öyle ki; haksız olarak kimsenin bir karış yerini, hardal tanesi kadar olsa bile; eşyasını alamaz.
Normal koşullar altında orta halli bir ailenin geçineceğinden fazla bey tül-mal'dan (devlet hazinesi) para alması haramdır. Devlet adamlarına miskin demek ne kadar da doğru! Müslümanları yöneten, bu kadar ağır ölçülerle çevrili olan kimseden daha miskin, şefkate daha layık kim olabilir ki? Öyle ki böyle bir kimse yüksek binalar yapamaz. Yaşaması için şart olmayan lüks nimetlerden yararlanamadığı gibi bir an dahi olsa görevini geciktiremez. Çünkü o, her an Allah'ın huzurunda çetin bir sorgulamaya tutulacağını düşünür. İşte yönetici bu sorumluluk bilinci, bu Allah korkusu ile nefsi arzularına gem vurur, gece ve gündüz kendisini oto-kontrolden geçirir. Müslüman yönetici; küçük büyük, iyi-kötü eylemlerinden ötürü yüce Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğini bilir ve buna inanır. O hep şu düşünce içindedir: "Bana verilen emanete ihanet edip başkalarının bir karış toprağını gasp edersem, haksız yere Allah'ın arzında büyüklenerek zulüm ve haksızlık yaparsam, devletin işlerine kişisel çıkarlarımı karıştırıp nefsani arzularımın biçare bir esiri olursam kıyamet gününde ilahi huzurda ben ne yaparım?.. O'nun huzuruna hangi yüzle varırım?.." Evet o bütün bunları düşünür ve yapacağı kötülüklerden sakınır; Allah'ın gazabından korkar. Alemleri yaratan Allah'a yemin ederim ki, dünyayı seven, bu geçici hayatın zahirine aldanıp tadını ve zevkini çıkarmak isteyen kimse, Müslümanların başına geçemez. Eğer bütün bu saydığımız kötü özellikler kendisinde olduğu halde böyle bir sorumluluğu yüklenmeye soyunan kimselere rastlarsanız, biliniz ki böyleleri ya aptal ya da delidir. Böyleleri ne yaptığını, ne durumda olduğunu bilmiyor demektir. Çünkü ticaret ve sanatla uğraşan birisi her ne kadar fakir de olsa İslamî devletin yöneticisinden daha rahat ve mutlu bir hayat sürebilir. Sanatkar ve tüccar en küçük bir sıkıntı duymadan gündüz çalışır, gece de tatlı tatlı rahat uykusunu uyur. Ama ya halife?.. Acaba o işçi veya sanatkarlar kadar hayattan zevk alabilir mi? Sıradan insanlar gibi yaşamanın zevkini çıkaramaz. İşte İslamî yönetim ile diğer yönetim şekilleri arasındaki çok önemli bir fark...
İslamî olmayan yönetimlerde hakim olan sınıf, kendi çıkarı için halkın gelir kaynaklarını sömürüp kendi rahatı için kullanır ve halkı köleleştirir. Allah'ın arzında küfür tahtına oturup kendi kendilerini putlaştırmak için uğraşırlar. Ancak, İslamî idarede yöneten sınıf, halkın rahatını göz önüne alıp hiç bir ayrıcalık gözetmeksizin, herkese iyiliği emrederler. Devletin hazinesinden orta halli bir vatandaş gibi yararlanabilirler. İslam'ın tamamı tamamıyla uygulanıp otorite sahibi olduğu dönemlerde valilerin, hakimlerin ve devlet memurlarının aylık ücretleriyle bu günkü çağdaş sömürgeci devletlerin vali, hakim ve memurlarına verilen yüksek miktardaki ücretler arasında bir karşılaştırma yapıldığında İslam'ın, savaş ve zaferleri ile, milletlerin başına bela olan sömürgeciler arasındaki büyük fark ortaya çıkar.
Horasan, İran, Irak, Mısır gibi ülkelerin o dönemlerdeki valilerine verilen aylık, bugünkü sömürgeci devletlerin en küçük memuruna verilen aylık kadar dahi yoktu. Allah Resulünün büyük halifesi büyük Sıddık Ebu Bekir (r.a.) Hazretleri koca bir devletin başkanı olduğu halde aldığı aylık yüz rupiyi geçmezdi. Onun yerine geçen koca halife büyük adalet örneği Ömer (r.a.) Hazretleri bile devlet hazinesinden bugünkü para ile yüz elli rupiye alıyordu. Oysa devlet hazinesi yapılan fetihlerle oldukça zenginleşmişti. İran ve Bizans hazineleri Medine'ye akıyordu. Devletin hazinesi de Hz. Ömer'in (r.a,) elindeydi. Dilediği kişiyi altın ve gümüş içerisinde isterse yüzdürebilirdi. Ancak adalet örneği halife Ömer (r.a.), ayda yüz elli rupi ile orta halli bir vatandaşın yaşadığı gibi yaşıyordu. Bazıları Müslümanların yaptıkları geniş zaferleri sömürgecilikle karıştırırlar. Ancak İslam zaferleri ile sömürge imparatorlukları çok çok farklı şeylerdir.
Müslümanlar büyük ülkeler fethettiler, ancak kesinlikle sömürgecilik yapmadılar. İşte kılıktan kılığa sokmak, gerçek yönünü inkar etmek için imansızların sürekli saptırmaya çalıştırdıkları "Allah yolunda cihad" ülküsünün gerçek yönü. Şimdi şöyle düşünebilirsiniz; "Nerede o güzel güzel sözünü ettiğiniz, yükümlülük ve hedeflerim anlattığınız müslüman topluluk?.. Peki nereye gömüldü asıl içeriğini açıklamaya çalıştığınız cihad ülküsü? Altı yüz milyon müslüman topluluğundan hangi birisi o ilahi sisteme sarılıyor? Neden bütün bu topluluklar ve ezeli ve ebedi hakikatlere sırtını dönmüş?.." Evet bütün bu soruların cevabı çok çok acı ve derindir. Her şeyden önce suç bizim değil, bizim neslimizden önceki nesillerin... Evet suç, İs-lamı doğru yolundan çıkarıp hedefini saptırıp kalbinden vuran, onu yalnız teşbih tıkırtılarından, tevhid sohbetlerinden, riyazet hallerinden ibaretmiş gibi gören ve gösterenlerindir. Suç, Müslümanları, batıl ve hurafelere bulandırıp cihadın zorluklarından (!) kurtarıp kendilerine göre kolay kurtuluş yolunu (!) gösteren, onları kabirlere, zaviyelere, tekkelere dolduran ve güya ebedi huzuru oralardan bekleyenlerindir, sorumluluk ve suç, İslam'ın evrensel ve ebedi kurallarından uzaklaşıp ince ve derin fıkhı meseleler üzerinde uğraşan, fıkıh havzalarında yüzüp neden yaratıldıklarını, bu dünyaya geliş gayelerini unutanlarındır.
Suç, İslam'ı gerçek gayesinden saptırıp ulvi kurallarını unutulmaya mahkum müzelere gömenlerindir. Bugün İslam'ın hakimiyetinin neden azaldığını, Müslümanların etkinliğinin neden silindiğini öğrenmek isteyenler; Allah'a ve Resulüne inandığını (!) iddia eden hükümdarlara, krallara ve başkanlara bir göz atsınlar. Üzülerek ve utanarak söylüyorum ki, böylelerinin bir kısmı İslam'ı öcü gibi görüp yanlarına yaklaştırmak istemediği gibi, bir kısmı da İslam'ın mübarek kitabına, peygamberin getirdiği ilahi düzene mevlüt törenleri tertiplemekten, akrabalarının ruhlarını şad etmek (!) için hatim törenleri düzenlemekten fazla bir hak tanımamaktadır. Eğer biraz daha dindar bölgelerde yetişmişlerse, şairlerin kendilerine yağ çekmek cin yazdıkları yalanla dolu övgüler gibi İslam'ı güya övücü içerikte hitabeler ortaya koymaktan geri durmazlar.
Ancak "Alın işte Kur'an, ne duruyorsunuz uygulayalım derseniz her birisi kaçacak bir köşe arar." Öyle ki Allah, Kur'an'ın uygulamalarını onlara sanki hiç emretmemiş. Onlar Allah'ın mümin kullarına yüklediği yükümlülüğü yerine getirecek keyfiyette değildirler. Onlar İslam'ın emrettiği görevleri uygulayacak güçte değildirler. Onlar rahat konumlarına ve tatlı hayatlarına (!) devam etmekte, kolay kurtuluş yollarını seçmektedirler. Davamızın sonu Alemlerin Rabbine hamd etmektir.

Seyyid Kutub - www.tevhidhaber.com

Toplumun seçkinlerinden siyasi liderler

Hepimizin eserlerini zevkle ve güvenle okuduğumuz rahmetli Muhammed Hamidullah'ın şu değerlendirmesini bu ülkede yaşayıp, ilimle, sohbetle, tefsir, hadis kanalından hizmet eden tüm kardeşlerimize, hocalarımıza hediye ediyoruz: Peygamberimizin Medine'ye hicreti ve attığı önemli adımlardan birisi şudur: "Mekke döneminin 13 yıllık tecrübesi Hz. Peygamber’i, yalnızca ahlaki ilkeleri duyurmanın yeterli olmadığı, bunların uygulanmaya koyulması için birtakım dünyevi müeyyide (yaptırma gücü) ve düzenlemelerin elzem olduğu, bunun için de siyasi güçten yararlanmak veya buna sahip olmak gerektiği kanaatine ulaşmış olmalıdır." M.Hamidulah - İslâm Peygamberi - 1/204-20Bir başka gerçek ise, Efendimiz’in siyasi sahadaki yaptığı işlerin önem arzetmesidir.Peygamberimizin siyasi faaliyetlerinin muhtevasında (içeriğinde):1. Medine Sözleşmesi.2. Kabilelerle yapılan anlaşmalar.3. Düşman ilan edilen kabilelere karşı savaş.4. Adaletin ikamesi.5. Beytül-mal'in kullanımı. Devlet bütçesinin aktif hale gelmesi.Tüm bu denilenler, bir toplumun içindeki ortak değerlerin işbaşı yapması gerektiğini ve bu uğurda hizmet yapmanın her insanın üzerinde bir vazife olduğunu kanıtlar.Bunun müşahhas-somut şekli ise bellidir:Bir toplum ancak seçkinleri ile millet olabilir. Bu seçkinler:- İlmi sahadaki seçkinler,- Siyasi sahadaki seçkinler,- İktisadi sahadaki seçkinler.Aksi halde bu toplum yalnızca kuru kalabalıktan ibaret olur. Kuru kalabalıkları aldatmak, sömürmek, istismar etmek çok kolaydır. Bunun için bu ülkede birileri halkın bilinçlenmesini ve siyasi sahalarda bulunmasını istemez. İstememenin üzerinde bu sahanın adeta kendilerine ait olduğunu zannederek, tüm görüş ve konuşmalarını bu konu üzerine bina eder. Bu sahada inançlı insanlar olursa, kırmızı ışık yakılır. Meşhur klişeleşmiş bazı kavramlar devreye konur ve askere davetiye çıkartılmasına kadar gider.Halbuki Resulullah Efendimiz’in, cahiliye sistemine ve hayat tarzına gösterdiği çok önemli iki tavrı vardır. Bu iki önemli konuyu onun ümmeti çok iyi bilir ve iyi korur:1. Peygamberimiz: "İslâm'da, cahiliye devrinin faziletli şeyleri tatbik edilmeye devam olunacaktır." İbn-i Hambel - El Müsned - 3/4252. Resulullah Efendimiz var olanları yıkıp atmak suretiyle bir boşluk meydana getirmekten uzak, mevcut müesseselerden istifade usullerini bilmiştir.Her fırsatta inanan insanları tehlike görenler, ülke kalkınmasına inanan insanları engel görenler, hep sömürmüşler, istismar etmişler ve halkımızı kandırmışlardır.İşte inananların Peygamberi olan Efendimiz’in o dönemin şartlarına rağmen, mescidinde hangi faaliyetleri yürüttüğüne ibret olacak siyasi konulardan bir demet örnek:- Mescidini, ümmet-millet meclisi olarak kullandı,- Mescidini, bir mektep, bir okul olarak devreye koydu, ilk muallim de kendisi oldu,- Yabancı heyetleri kabul ve onlarla müzakere salonu olarak kullandı,- Mescidin bir bölümünü, kimsesizler yurdu olarak da kullanıma açtılar,- Sosyal yardımlaşma ve dayanışma merkezi gibi işleri gördüler,- İnsanların, fertlerin derdini, sıkıntısını mescidinde dinledi ve çareler sundu,- Devletin misafirhanesi olarak da kullanılmıştır. Yabancı delegeler ve temsilciler geldiğinde, orada misafir edilmişlerdir,- Delegelerden gayrimüslim olanlar için, mescidin bir köşesinde ibadetlerini, ayinlerini yapmaları için izin bile verilmiştir,- Mescit aynı zamanda bir sanat ve kültür merkezi olarak da kullanılmıştır.- Efendimiz’in teşvik ve müsaadesiyle mescitte spor da yapılmıştır,- Mescitte ve Peygamberimiz’in huzurunda şiirler okunmuştur,- Bekâr kalmış, evde kalmışlara, mescidinin kapısını açtılar,- Mescidinde yardım toplattırdı. Hatta bir seferinde yardım toplayan bir sahabe, cemaatin hanımlar kısmına geçmiş, hanımlar bileziklerini, gerdanlıklarını, küpelerini, yardım toplayan sahabenin eteğine atmışlardır. Bu yardım kampanyasında bazı kadınların heyecanlarından ötürü, kulaklarının deliklerini yırttığı söylenmiştir.- Mescit, mahkeme salonu olarak da vazife yapmıştır.- Savaş dönemlerinde hastane ve sağlık yurdu olarak kullanılmıştır.Peki, Peygamber mescidinde bu hizmetler niçin icra edilmiştir? Bunun iki sebebi vardır:Müslüman'ın mescit içinde bir hayatı, mescit dışında bir başka hayatı olamaz. Müslüman'ın hayatı bütündür. İmanı, ibadeti, ahlakı, istirahatı, siyaseti, dünyası, ahireti, zevki, eğlencesi, heyecanı, yatması, kalkması bir bütün olarak ele alınır. Mescit içinde Allah'a, mescit dışında Allah'tan başka ilahlara itaatimiz olamaz.- Mescidin bu zengin kimliği tüm insanlığa şu çağrıyı yapar. Ey mescit ve cami cemaati! Sizler, ister mescidin içinde, ister mescit merkezli teşkilatlar, kurumlar vasıtası ile toplumun bütün faaliyetlerini bir çatı altında bütünleştirin. Yani her yeri cami gibi, mescit gibi bilin.Netice: Her inanan insan, ilmi, siyasi ve sosyal sermaye ile tanışmalı, sorumluluk duygusunu geliştirmeli ve bu üç önemli konuya kapasitesi nispetinde müşteri olmalıdır. Sözün özü de budur. Abdullah Büyük - Vakit