“İçimizde de putlar var. Onları göremiyoruz, bizim arzuladıklarımız putlardır” bu sözler Fred A. Reed’in görünmeyen putuna indirilen Hz. İbrahim’in balta darbesi gibiydi adeta.
O darbe sonrası kırılan put bir daha iflah olmadı ama içindeki putu kırarak Müslüman olan yazar Müslümanların putlarla nasıl hâlâ koyun koyuna yaşadıklarını anlamakta zorlanıyor…
Ortadoğu Tarihinin ve Bizans İstanbul’unun yaşadığı en ilginç dönemlerden biri bilimsel tabiri ile ikonaklazma Türkçe tabirle tasvir kırıcılık akımıdır. Tasvir Kırıcılık 700’lü yıllardan 800’lü yıllara kadar bir asırdan fazla zamana damga vuran hareketti. Tasvir Kırıcılık hareketi büyük heyecan uyandırdı ama hurafeye meyilli kitleler karşısında başarılı olamadı. Büyük direnişle karşılandı, geniş çaplı isyanlar çıktı ve kanlı olaylar yaşandı.
Bizans tarihinde Tasvir Kırıcılık hareketi, tarihçiler tarafından 717 yılında tahta çıkan III. Leon ile başlatılsa da (Hareket resmi anlamda fiili olarak ilk kez 726 yılında Büyük Saray Kapılarındaki İsa figürlerinin kaldırılması ile başlar) fikrin oluşum tarihinin daha önce olduğunu tartışmaya gerek yok.
İkonaklazma Hareketi 775 yılında tahta geçen IV. Leon’un evlendiği Yunan Prensesi İrene’nin 780 yılında eşinin ölümüyle ipleri ele geçirmesiyle büyük darbe yedi. Tahta küçük yaştaki oğlu 6. Konstaninus’un geçmesiyle ipleri ele alan İrene, 787’de İznik Konsilini toplatarak İkonaklazma hareketine ilk mahkumiyeti verdirdi. İkonacıların intikamı acı oldu ve tasvir kırıcı imparatorların mezarları bile yağmalandı. Her ne kadar Hazar Leon diye anılan V.Leon bu hareketi küllerinden dirilmek istediyse de sadece tasvirleri yasaklamakla yetinebildi. II. Mihail ve II. Teofilos aynı izden gitmeye çalışsa da ikonaklazma eski gücüne kavuşamadı. Çocuk yaşta tahta geçen II.Mihael’in annesi Teodara yıllar sonra İrene’nin açtığı ölümcül yaraya son darbeyi indiren isim oldu ve 11 Mart 843 yılında Ayasofya’da ikonaların meşrulunu ilan ederek tarihi bir hareketi bitirdi.
"Müslüman olduktan sonra çok daha iyi anladım ki her türlü putperestliğe karşı olmak İslam’ın en büyük mesajlarından biriydi..."Fred A. Reed bu hareketin militan köklerinin Suriye’den filizlendiğine inanarak Ortadoğu’ya geldi ve araştırmalara başladı. Kanadalı Gazeteci Yazar, put kırıcılığın; Hıristiyanlığın ilk dönem sınırları içerisinde yapılan doktrinsel ve teolojik tartışmaların ötesine geçmeyen çalışmalar dışında, araştırılmayan, açıklaması zor, irrasyonel tarihi bir patlama olduğunu fark etti. Bir asra damgasını vuran hareketin oluştuğu dünyayı anlamak ve onu besleyen daha geniş dünyayı keşfetmek için yola çıkan Freed E. Reed, kırabileceği en büyük putu kırdı ve Hıristiyan olarak başladığı çalışmaya nokta koyduğu günlerde İslamiyet’i seçti.
“Müslüman olduktan sonra çok daha iyi anladım ki her türlü putperestliğe karşı olmak İslam’ın en büyük mesajlarından biriydi. Teorik ve entelektüel merakımla başlayan bu araştırma benim için yeni bir anlam kazandı, manevi kişiliğimin bir parçası oldu” diyen yazar Parçalanmış İmgeler adlı eserinde, Peygamber yolundan trajik sapmaların İslam Dünyasını nasıl şekillendirdiğini araştırdığını söylüyor.
Fred A. Reed, İslam alemine “Sünni ve Şiiler arasındaki Hz. Peygamber’in (a.s.m) hilafeti konusundaki farklılıklar, tartışma değil, zamanın politik, sosyal ve ekonomik şartları dahilinde cereyan eden hadiseler olarak araştırma ve analiz konusu olmalı” diye sesleniyor .
Put Kırıcı Hareketi İslamiyet’in doğuşunun şekillendirdiğine işaret eden yazar, bu hareketin Bizans’ta başarısız olmasının kadim kavgayı bitirmediğini belirtiyor ve diyor ki “İkon kırıcıların yenilgisi meseleyi sona erdirmemişti. Yedi yüzyıl uykuda kalmasına rağmen, Katolik Roma’nın hegemonyasını temsil eden dini putları parçalamak Protestan reform hareketiyle yeniden uyanmıştı. Almanya’dan tutun Hollanda’ya kadar Kuzey Avrupa’da heykeller, tablolar, resimler kiliselerden temizlendi.”
Reform hareketlerinde de İslam’ın etkisi olduğuna dikkat çeken yazar, Osmanlıların Luther’de kardeşlik ruhu gördüklerini söylemelerine rağmen, reform hareketini yapanların kendilerini İslam’dan uzak tuttuklarını belirtiyor. Freed A.. Reed, Reformcuların işbirliği yaparken dini değil reel politik gerekçelere göre hareket ettiklerini inancında.
İşbu noktadan hareketle yazarla kitap eksenli olmakla birlikte günümüzün reel politik gelişmeleri ışığında söyleşmeyi tercih ettim. Sonuçta putları ayakta tutan ve insanları putları kırmaktan alıkoyan onlar değil miydi?
Freed A. Reed'e içindeki putu kırdıran kitap Nesil yayınlarınca Türkçe'ye çevrildi...- Sayın Reed, Parçalanmış İmgeler kitabınızı noktaladığınızda yıl 2001. Türkiye büyük bir krizin hatta sizin tabirinizle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan en büyük krizin içindeydi. Türkiye, aynı zamanda o günlerde siyasi bir değişimin sancısını çekiyordu. Mevcut iktidar gidiyor, yerine Ak Parti gelmeye hazırlanıyordu. Bugün biz söyleşirken de dünya büyük bir kriz yaşıyor ve Türkiye de bundan en azından psikolojik olarak etkileniyor. Yani yine kriz var ama bugün 2001’de iktidar isteyen parti iş başında ve muhalifleri onu krizle vurmaya çalışıyor. Dışarıdan bir gözlemci olarak bu zıtlığı nasıl yorumluyorsunuz?
- Dünyada hiçbir gelişme tesadüf değildir ama itiraf edeyim ki böyle bir noktaya gelinebileceğini tahmin edemedim. Normal beklentileri ve doğal hesapları karıştıran gelişmeler yaşandı. Şunu söyleyebilirim ki bu günlerde dünyadaki tüm putlar devriliyor.
- Kitabınızda altını çizdiğiniz bir husus var. Bizans’ta put kırıcı iktidar başa geldikten sonra olaylar pek de hesap ettikleri gibi gitmiyor. 10’ar, 20’şer yıl arayla gelgitler yaşanıyor. Putları savunanların direndiğini ve iktidarı yeniden ele geçirdiğini görüyoruz. Şu an o mücadelenin yaşandığı yerdeyiz ama binlerce yıl ilerideyiz. Mahiyeti farklı olsa da yine bir takım putlar kırılıyor. Yani dünya üzerinde pek de değişen bir şey yok gibi ne dersiniz?
-Tarih, her zaman değişik şekillerde tekerrür eder. Ben ikonaklazma faaliyetiyle ilgilendim çünkü bu konu günümüzde en azından sembolik olarak tekrar gündemde. Günümüzde putların etkisini gösterebilmek için tarihin derinliklerine uzanmamın sebebi sadece gözle görünen putların değil fikirler bazında da putların kırılabileceğini gösterebilmektir. Zihinlerdeki putların da kırılabileceğini gösterebilmek için ikonaklazma tarihini inceledim. Nitekim bugün görüyoruz ki fikirlerdeki putlar da kırılıyor. Tüm dünyada özellikle de Batı dünyasında şu anda putlar kırılıyor.
Aslında çalışmaya başladığımda bunu düşünmemiştim. O zaman bu fikir bana henüz açık değildi. Zamanla şekillendi ve son aşamalarda iyice belirginleşti. Başlangıçta fark bazı bağlantıları fark edemedim. Ancak kitabı bitirdiğimde “Hah! İşte bu!”’ dedim.
- Kitabın başlarında “Ben peşin yargılarla geldim” diyorsunuz. Öyle sanıyorum ki bundan kastınız “put kırıcıların” “terörist olduğu” ön yargısı. Hıristiyan’dınız ve put kırıcı hareketin köklerinin Ortadoğu’da özellikle de Suriye havzasında bulunduğuna inanıyordunuz. Yaptığınız araştırmalardan sonra, kitabınızı da bitirmiş olarak bugün burada iki Müslüman olarak söyleşiyoruz. Bugün de put kırıcılık terörizmi ya da şiddeti körükleyen bir unsur diyebiliyor musunuz ?
- Bugün Batı, güce karşı gelen her hareketi terörizm olarak adlandırıyor. Yani ABD’ye ya da İsrail’e karşı iseniz, siz onlar için bir teröristsiniz. Bu bakış açısına katılmak mümkün değil. Ama ben kulelere yapılan saldırıyı da tasvip etmiyorum. Ama bu da bir vaka.
- Kitabı kaleme almak için geldiğiniz yıllarda Afganistan’da tarihi miras olarak korumak istenen Buda heykellerinin yıkılmasına tanıklık ettiniz. Tarihi kültürel miras olarak korumak istenen o heykellere de kulelerin yıkılması gibi mi yaklaşıyorsunuz?
- Bu bir hayat biçimi. Buna ne kadar katılmasak da böyle bir yaşam biçimi var. Katılıyorum ya da katılmıyorum. Fakat şu gerçek ki bu oldu! Bu bir hadiseydi ve yaşandı. Bunu anlamayız. Tarihi incelerken bir fikri desteklemek veya desteklememek neyi değiştirir? Bizim görevimiz neden böyle olduğunu düşünmek ve yorumlamak.
- Amacım inancınızı sorgulamak değil, bir araştırmacı olarak konuyla ilgili teşhislerinizi hangi noktadan bakarak yaptığınızı tespit edebilmek. Yine bu bağlamda bir sorum var. Batı medeniyetinden gelen birisiniz fakat bugün Doğu medeniyetinden filizlenen bir inancı kabullenmiş durumdasınız. Dolayısıyla hem batıyı hem doğuyu iyi tanıyorsunuz. Doğu ve Batı arasında bu anlamda bir fark var mı?
-Müslümanlar olarak putları kıran bir geleneğe sahibiz. Tâ başından itibaren bütün tarihimizin özeti bundan ibaret. Yahudilik, Müslümanlık ve Hıristiyanlık esasımda hep bu mücadeleyi verdi. Hz. İbrahim’den bu yana Hz. Muhammed de dahil olmak üzere Allah’a iman edenler bu mücadeleyi verdi. Bugün problemi çözdük tamamen çözdük, putları yok ettik, diyemeyiz, fakat problemin farkındayız. Bugün Batı Laik toplum yapısına sahip. Put kırmak gibi bir eğilim yok. Fark etmişsinizdir ki kitabımda Batı kültürünü bu nedenle ciddi şekilde eleştiriyorum. Zaten kitabı yazma niyetim de buydu. Batılı olarak Batı medeniyetini tenkit etmek. Bazen günümüzdeki sorunları izah edebilmek için, zaman ve mekan açısından uzaklara gitmeniz gerekir. Ben de o yüzden Ortadoğu’ya ve tarihin derinliklerine dek gittim.
- ‘Putlar zamanla temsil edildikleri kutsalın varlığın kendisi sanılıyor. Başta onların yardımıyla bir kutsala tapılırken zamanla insanlar o kutsalla putu aynılaştırıyor ve puta tapmaya başlıyorlar” diyorsunuz. Günümüzde de putların temsil ettiği olguların dışlanıp sadece putlara tapılır hale gelindiğini fark ettiğiniz için mi böyle bir araştırmaya girdiniz?
- Kesinlikle doğru teşhis. Sebebi tamamıyla budur. Erken Hıristiyanlık döneminde Hz. İsa’nın resimleri Hz. İsa’yı hatırlatsın, Allah’a ibadete yöneltsin diye yapılıyordu. Fakat zamanla suretler, Hz. İsa’nın yerini aldı. Zamanla insanlar o resme bakıp Allah’a ibadet etmeyi hatırlamak yerine, o resme ibadet edip, ondan bir şeyler istemeye yöneldiler. Öpüp koyunlarına koymaya başladılar. Bu Hıristiyanlığın öz ruhunu zedeleyen bir faaliyet oldu. Bu evreden sonra Hıristiyanlığın temsil ettiği ahlaki hareket köreldi ve putların etkisi artmaya başladı.
Günümüzde, Batı’da bu tavrı; para, mevki, güç, siyaset ya da insanın kendine tapınması şeklinde görebiliyoruz. Putlara tapma eğilimi Laik Batı toplumunun artık genlerine işlemiş. Bir resim, bir heykel şeklinde şekillenmiş putları alaşağı etmek kolaydır fakat içinizdeki putu kırmak o kadar kolay değildir. Bir insanın içindeki putperest ruhu, heyecanı ya da inancı yıkması hiç kolay değildir. O yüzden bugün Batı insanının kırması gereken en büyük put kendisidir.
-Bizans’ta ikonaklazma hareketinin başarıya ulaşmasına ramak kala hanedanının son hükümdarı Yunanlı bir prensesle evleniyor. Yunan medeniyetinin ruhu o kanalla Bizans’a sızıyor ve put kırıcılık hareketi hüsranla bitiyor. Bugün insanlığın en büyük putu kendisidir dediğiz anda bu geldi aklıma. İnsanı tanrılaştıran inancın Bizans’ta ikonaklazma hareketinin kazanımlarını erittiği o günden bugüne kendisini Helen Medeniyeti’nin temsilcisi sayan Batı insanı aynı noktada duruyor galiba…
- Güzel bir noktaya değindiniz. Yunan Medeniyeti ve günümüz Hıristiyanlığı arasında pek fark kalmamış. Kullanılan ifadelere baktığınız zaman da bunun tescillendiğini görürsünüz. Hıristiyanlığın ruhu açısından da problem bu. Hakim medeniyet çok tanrılı ve insanı da tanrılaştıran bir kültüre sahip. Papa’nın da zaten bu konuda buna benzer sözleri var.
-Kıyaslama sorularımdan rahatsız olmuş olabilirsiniz. Çünkü ben de bu tarz sorular sormaktan rahatsızlık hisseder hale geldim. Ama yaptığınız tespitler beni buna zorluyor. Yine benzer bir soru soracağım: Bizans’ta kendisini en iyi şekilde ifade eden put kırıcılık hareketinin Suriye’de doğduğuna inandınız ve çalışmanızla bunu da en azından mantıksal olarak ispatladınız. Bunu yaparken diyorsunuz ki “Put kırıcı hareket İstanbul’da hükümran olduğunda; Hıristiyan dünya putları kırmaya çalışırken, başka şeylerle meşgul olduğu için Halife Yezit, bu hareketin İslamiyet’in yayılmasına yardımcı olacağını göremiyor. Yani Hıristiyan dünyası putları kırma aşamasına geldiğinde Müslüman dünyadan o zaman destek alamıyordu. Peki bugün, Hıristiyan dünyanın putları kırmaya karar verme noktasına gelmiş bireyleri İslam dünyasından yardım ve destek alabiliyor mu?
- Kitabımı dikkatli okumuşsunuz bunun için teşekkür ediyorum. O tarihte Müslümanların Hıristiyanlara yardımcı olamayacağı aşikâr. Yine de etkileme noktasında önemli rolleri vardı. İslamiyet’in doğuşu bu fikrin oluşması yönünde Hıristiyanlar üzerinde çok büyük tesir uyandırdı. Resmi bilim adamları bunu inkâr etseler de Hıristiyanların bu noktaya gelmesinde İslam düşüncesinin rolü büyük. Fikirsel olarak böyle ama eylemsel olarak ikonaklazma tamamen Hıristiyanların kendi içerisinde gelişen bir harekettir. Papa’nın söylediğinin tersine o dönemde insanlar Suriye’ye Müslüman olmaya başlıyorlardı, olmasalar da etkisi altında putlardan soğuyorlardı. Bunun elbette ki İstanbul’a tesiri olacaktır. İstanbul’daki Hükümdar kendi hâkimiyetin, kaybetmemek için pekala “biz de resimlere ve putlara karşıyız” diyecekti. Günümüzde farklı tecellileri de var ki tarih farklı şekillerde tekerrür eder demiştik; Şimdi süper güç olan “şey” zayıflamaya başladı. Biz Müslümanlar olarak bunun analizini çok iyi yapabiliriz.
Neticede diyebilirim ki ikonaklazma hareketi Hıristiyanlığın özüne vakıf müminlerin öze dönüş mücadelesi ama İslam’ın doğuşu bu tarihi hareketin kesinlikle bir parçası. Çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Hiç bir medeniyet yoktur ki çevresindeki medeniyetlerle etkileşim içinde olmasın. Kültürler arasındaki etkileşim mutlaka olur, münasebetler bazen dostlarla bazen düşmanlarla kurulur, bazen iyilikle bazen çarpışmayla etkileşim olur ama medeniyetler kesinlikle birbirini etkilerler.
- Kitap yazış metodunuz hayli tuhaf. Yazarken mi diyar diyar geziyorsunuz, gezerken mi yazıyorsunuz karar vermek zor. Bu herkesin uygulayabileceği bir metot değil ama siz imkanlar yönünden bu konuda şanslısınız. Gerek Kavşak Ülke Türkiye, gerekse Parçalanmış İmgeler kitaplarınıza konu olan mekanları tek tek geziyor, oraların havasını soluyorsunuz. Son kitabınıza konu olan put kırıcılık hareketinin başladığı, oluştuğu, çöktüğü yerleri de adım adım gezdiniz. Öyle ki Suriye’den başlamış, İstanbul’a gelmişsiniz sonra Antalya’ya dönmüşsünüz…
-Konuştuğumuz meseleler hakkındaki mekanların fiziksel bir parçası oldum. Modern Türkiye’nin tarihini anlamak için Türkiye’ye gelmek gerekiyordu ve bu hareketi anlamak için de Suriye’ye gitmek gerekiyordu. Ben de tabi ki gitmem gereken yere gittim. Bu açıdan bakınca gazetecilik seyahati gibi bir kitap oldu. Birici yöntemim tarihi yerlere gitmekti, ikinci yöntemim ise tarihin içinde seyahat etmek.
- Peki bu yatay ve dikey seyahatler sırasında geçmişin bugüne etkilerini net olarak yakalayabildiniz mi? Değişim ya da benzerlikler konusunda neler fark ettiniz?
- Biçimsel olarak çok değişik bir dünyada yaşıyoruz artık! Tarihe baktığımız zaman bu değişikliğin nasıl şekillendiğini de görebiliyoruz.
-Bizim coğrafyamızda yabancı bir gazeteci olarak seyahat bir açıdan zorludur. Gazetecilik yapacaksınız, başka bir ülkeden olacaksınız, gezeceksiniz, notlar alacaksınız, sorular soracaksınız ve normal insan muamelesi göreceksiniz. Bunu beklemek safdillik olur. Lawrens deneyimimiz başta olmak üzere misafirperverliği sömürülmüş, kötüye kullanılmış bir coğrafyanın insanlarıyız. Siz bunun olumsuz etkilerini sezinlediniz mi? ‘Ajan mıdır nedir?’ diye işkillenip bakan gözler sezdiniz mi? Yoksa misafirperverliğimizi hiçbir güç öldürememiş mi?
- Bu durum her zaman problem teşkil etti. Bu da doğal çünkü Batılı gazeteciler kendilerini hep yüksekte, diğerlerini aşağıda görüyorlar. Tepeden bakıyorlar insanlara. Hep elçilerle ve resmi görevlilerle falan konuşuyor, toplumun içine girmekten kaçıyor ve tabanındakiyle ilgilenmiyorlar. Ben toplumun derinlerine girmeye çalıştım, Sanırım bunu da başardım. Elimizdeki iki kitap bu konudaki başarımı temin eder diye düşünüyorum.
- O zaman şöyle sorayım; bu kitap okuruna ne vaat ediyor? Size göre insanlar bu çalışmayı neden okumalılar?
- Bir çok insanın alıp okuması gerekiyor bunun birinci nedeni şu, ben de yayıncım da para kazanmalıyız (Karşılıklı gülüşüyoruz) Şaka bir yana bu kitap bir fikir mücadelesinin ürünü. Dikkatli ve sorgulayıcı okurların olacağını düşünerek, yazdım. İnsanların kitabı okuduğunda da kafalarında suallere cevaplar bulabilmesini sağlamaya çalıştım. Öte yandan yazdıklarımı okuyarak daha fazla sual sormaya da başlayacaklar. Eğer okurum kafasındaki sorulara cevap bulabiliyor ve yeni sorular sorabiliyorsa işlem benim için tamamlanmıştır. Görevimi yaptığıma inanıyorum.
ON YIL İÇİNDE TÜRKİYE ÇOK DEĞİŞECEK
Bana göre önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye’de günümüzden çok farklı bir değişim olacak. Daha sakin bir ülke olabilir Türkiye. Ama bu sakinleşme ekonomik sisteminizde olabilir mi, bu meçhul
- Kitap ekseninin dışında bir soru ile devam etmek istiyorum. Sizce bu coğrafyada geleceği etkileyecek, zamanla öne çıkacak hareketler veya fikirler hangileri olabilir?
- Bana göre önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye’de günümüzden çok farklı bir değişim olacak. Daha sakin bir ülke olabilir Türkiye. Ama bu sakinleşme ekonomik sisteminizde olabilir mi, bu meçhul. Ama eğer bu başarılırsa büyük bir put kırılmış olur. Ki başta da dediğim gibi günümüzde dev putların parçalandığına şahit oluyoruz.
- Bunu söylerken putlardan kastınız çatırdayan devletler veya onların temsil ettiği güçler ise şöyle bir tehlike yok mu; Ya küresel sermaye, devletlerden güçlü para babaları, işlerini zorlaştırdığı için devletleri ortadan kaldırmak ve yasalarını kendi belirlediği “sınırsız” bir sömürü alanı sağlamak istiyorsa… Ortaya daha kötü bir senaryo ortaya çıkmaz mı?
- Olabilir mi değil, bu olacak!
- Küresel anlamda devletleri yok edip, gücü eline geçiren bir sermaye hakimiyeti kurulacak diyorsanız yani.
- Zaten günümüzde de devletler bu şekilde yönetiliyor. Hâkim bir kaç grup ne yapılacağına karar veriyor ve ne olacağını belirliyor. Dünya onlara göre yönetiliyor. Baba filmini hatırlayın. Bir akşam yemeği sahnesi vardı hani, masanın etrafında oturan mafya liderleri birbirlerini öldürüyorlar. Sonra da kalanlar masanın etrafına diziliyor ve birbirlerine ne alırsınız diye soruyorlardı… Mevcut dünya düzeni bu…
- Yani diyorsunuz ki paniğe gerek yok.
- Paniğe gerek yok tabi zaten her zaman panik hali mevcut... (Gülüşmeler)
- Söyleşiye zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Son olarak eklemek isteğiniz keşke şu da sorulsaydı dediğiniz bir nokta var mı?
- İnanın bu röportajı çok beğendim. Bu noktaların altının çizilmesi benim için çok önemliydi. Temel noktayı anladığınızı gördüm ve inanın bu sohbeti gerçekleştirdiğimiz için ben de çok memnun oldum.
.
(Haber 7)
3 Aralık 2008 Çarşamba
2 Aralık 2008 Salı
TERAZİ
Elinize bir kitap, sürahi, sandalye gibi bir şey alsanız ve yanınızda bulunan dostlarınıza soransız, bu kaç kilo gelir veya kaç gram gelir? Deseniz.Herkes kendi ölçü anlayışına göre bir şeyler söyler.Şimdi siz bunların söylediği rakamlardan hangisine inanacaksınız?
Orada bulunanların oylarına başvurarak en çok oyu alan rakamı kabul etseniz doğru olur mu?Olmaz dediğinizi duyar gibiyim.Bir sürahinin gramında oylama yapmazsınız ve teraziyi tercih edersiniz de niçin insanların hayat memat meselesinde oylamaya gider ve Allahın ölçülerini tercih etmezsiniz? Buyurun, Rahman süresini okuyalım:
1- Rahmân,
2- Kur^ân^ı öğretti.
3- İnsanı yarattı,
4-Ona beyanı(konuşmasını) öğretti,
5- Güneş ve Ay hesapladır.
6- Otlar ve ağaçlar Ona secde ederler.
7- Gökyüzünü kaldırdı ve ölçü koydu ki,
8- Artık tartıda taşkınlık etmeyin.
9- Ölçmeyi adaletle yapın ve tartıyı eksik yapmayın.
Ezeli ve ebedi olan Rabbimiz, güzel isimlerinden “Rahman” ismiyle başlıyor süreye.Çünkü, indirdiği Kur’an, Onun bize rahmetidir. Yarattığı, Güneş ve Ay da bizim için iki ayrı rahmettir. Yazan elimizi, konuşan dilimizi yaratan Rabbimizin bize konuşma nimeti de büyük rahmettir.Güneş ve Ay’ın hesap üzere olması, göklerin ve yerin ölçü üzerine yaratılması, bizim de adalet terazisini, söz ayarını, göz ayarını yapmamız için ölçü koyduğunu ve bu ölçüyü Kur’anla bildirdiğini haber verir.Güneş, yaratıldığı günden beri saniye değil salise sapmadığı gibi, yaratıldığı günden beri değerinden hiçbir şey kaybetmediği gibi Güneşi yaratan Rabbimizin kitabı olan Kur’an da değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Kur’anın ölçüsünü kabul etmeyip Komünizm ölçüsüne göre harehet edenler milyonlarca insanın ölmesine, milyarlarcasının sefaletine sebeb oldular. Kapitalizm ölçüsüyle hareket edenlerse milyarlarca insanın sefahatine sebep oldu. Uyuşturucu bağımlıları, fuhuş tacirleri, adam öldürme çeteleri üretti ve demokrasi adına ülkeleri mafya ile medya yönetmeye başladı .Rahman olan Rabbimiz:“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzel” buyurur.(İsra 34)Gözümüzü uzağa veya yakına bakarken farkına varmadan ayar yaparız. Bu yaptığımız ayarın hızına hiçbir bilgisayar ulaşmamıştır ve ulaşmayacaktır.Kulağımız duyduğumuz sesin sahibi insan mı, araba mı, koyun mu olduğunu, yönünü ve uzaklığını bilir. Bu da bize doğuştan verilen ölçülerdir.Ağzımızdan çıkan sesleri ölçülü çıkardığımızda anlamlı kelimeler çıkar.Rastgele kalemle karalarken belli bir ölçüyle çizmeye başlarsak belli bir şekil ortaya çıkar.Seslerin ölçülü çıkışından müzik meydana gelir.Dünya çocukları birbirinin dilinden anlarken bizim ölçüsüz davranışlarımızla onların masumiyetini giderip kendi kalıbımıza döktüğümüzden onları da anlaşamaz hale getiriyoruz.Bir yaşındaki bir milyar çocuk anlaşabilir ama 70 yaşına gelmiş iki siyasi anlaşamıyor.Bu da Rabbimizin fıtratımıza koyduğu ölçüyü çevreden algıladığımız ölçüsüz ölçülerle fıtratımızı bozup her kalıba uygun bir ölçü benimseyip herkesi kendi ölçümüze zorlamaktan kaynaklanır.
Bazı insanlar bir kiloluk tartı demirlerinin içini oydurarak sattığını eksik verirlermiş. Zaman zaman belediye, tartı aletlerini kontrol ediyor.Nereye gitsen kilo bin gram. Herkes kendine göre ayarlarsa düzen bozulur. Onun için Rabbimiz “Doğru teraziyle tartın” diyor.Rabbimiz, sevgili peygamberimize ve onun şahsında bize : “Sana ilim geldikten sonra eğer onların hevalarına (şahsi ölçülerine) uyarsan sende zalimlerden olursun” buyuruyor. (Bakara145)Dünyanın en dürüst adamını yanlış terazinin başına oturtsanız o’da eksik tartar.Adalet terazisi yanlış olunca tartan kişinin doğruluğu bir şey değiştirmez.Onun için Rabbimiz hem ölçenin tam ölçmesini, hemde terazinin doğrusunu almamızı emrediyor.
O ilahi terazi olan Kur’an ise bizim konuşmamızı, yürüyüşümüzü, bakışımızı, kaş göz hareketlerimizi, komşuluk ilişkilerimizi, yöneten ve yönetilen ilişkilerini en güzel şekilde ayarlamaktadır.
http://www.mahmuttoptas.com/
Orada bulunanların oylarına başvurarak en çok oyu alan rakamı kabul etseniz doğru olur mu?Olmaz dediğinizi duyar gibiyim.Bir sürahinin gramında oylama yapmazsınız ve teraziyi tercih edersiniz de niçin insanların hayat memat meselesinde oylamaya gider ve Allahın ölçülerini tercih etmezsiniz? Buyurun, Rahman süresini okuyalım:
1- Rahmân,
2- Kur^ân^ı öğretti.
3- İnsanı yarattı,
4-Ona beyanı(konuşmasını) öğretti,
5- Güneş ve Ay hesapladır.
6- Otlar ve ağaçlar Ona secde ederler.
7- Gökyüzünü kaldırdı ve ölçü koydu ki,
8- Artık tartıda taşkınlık etmeyin.
9- Ölçmeyi adaletle yapın ve tartıyı eksik yapmayın.
Ezeli ve ebedi olan Rabbimiz, güzel isimlerinden “Rahman” ismiyle başlıyor süreye.Çünkü, indirdiği Kur’an, Onun bize rahmetidir. Yarattığı, Güneş ve Ay da bizim için iki ayrı rahmettir. Yazan elimizi, konuşan dilimizi yaratan Rabbimizin bize konuşma nimeti de büyük rahmettir.Güneş ve Ay’ın hesap üzere olması, göklerin ve yerin ölçü üzerine yaratılması, bizim de adalet terazisini, söz ayarını, göz ayarını yapmamız için ölçü koyduğunu ve bu ölçüyü Kur’anla bildirdiğini haber verir.Güneş, yaratıldığı günden beri saniye değil salise sapmadığı gibi, yaratıldığı günden beri değerinden hiçbir şey kaybetmediği gibi Güneşi yaratan Rabbimizin kitabı olan Kur’an da değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Kur’anın ölçüsünü kabul etmeyip Komünizm ölçüsüne göre harehet edenler milyonlarca insanın ölmesine, milyarlarcasının sefaletine sebeb oldular. Kapitalizm ölçüsüyle hareket edenlerse milyarlarca insanın sefahatine sebep oldu. Uyuşturucu bağımlıları, fuhuş tacirleri, adam öldürme çeteleri üretti ve demokrasi adına ülkeleri mafya ile medya yönetmeye başladı .Rahman olan Rabbimiz:“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzel” buyurur.(İsra 34)Gözümüzü uzağa veya yakına bakarken farkına varmadan ayar yaparız. Bu yaptığımız ayarın hızına hiçbir bilgisayar ulaşmamıştır ve ulaşmayacaktır.Kulağımız duyduğumuz sesin sahibi insan mı, araba mı, koyun mu olduğunu, yönünü ve uzaklığını bilir. Bu da bize doğuştan verilen ölçülerdir.Ağzımızdan çıkan sesleri ölçülü çıkardığımızda anlamlı kelimeler çıkar.Rastgele kalemle karalarken belli bir ölçüyle çizmeye başlarsak belli bir şekil ortaya çıkar.Seslerin ölçülü çıkışından müzik meydana gelir.Dünya çocukları birbirinin dilinden anlarken bizim ölçüsüz davranışlarımızla onların masumiyetini giderip kendi kalıbımıza döktüğümüzden onları da anlaşamaz hale getiriyoruz.Bir yaşındaki bir milyar çocuk anlaşabilir ama 70 yaşına gelmiş iki siyasi anlaşamıyor.Bu da Rabbimizin fıtratımıza koyduğu ölçüyü çevreden algıladığımız ölçüsüz ölçülerle fıtratımızı bozup her kalıba uygun bir ölçü benimseyip herkesi kendi ölçümüze zorlamaktan kaynaklanır.
Bazı insanlar bir kiloluk tartı demirlerinin içini oydurarak sattığını eksik verirlermiş. Zaman zaman belediye, tartı aletlerini kontrol ediyor.Nereye gitsen kilo bin gram. Herkes kendine göre ayarlarsa düzen bozulur. Onun için Rabbimiz “Doğru teraziyle tartın” diyor.Rabbimiz, sevgili peygamberimize ve onun şahsında bize : “Sana ilim geldikten sonra eğer onların hevalarına (şahsi ölçülerine) uyarsan sende zalimlerden olursun” buyuruyor. (Bakara145)Dünyanın en dürüst adamını yanlış terazinin başına oturtsanız o’da eksik tartar.Adalet terazisi yanlış olunca tartan kişinin doğruluğu bir şey değiştirmez.Onun için Rabbimiz hem ölçenin tam ölçmesini, hemde terazinin doğrusunu almamızı emrediyor.
O ilahi terazi olan Kur’an ise bizim konuşmamızı, yürüyüşümüzü, bakışımızı, kaş göz hareketlerimizi, komşuluk ilişkilerimizi, yöneten ve yönetilen ilişkilerini en güzel şekilde ayarlamaktadır.
http://www.mahmuttoptas.com/
29 Kasım 2008 Cumartesi
İŞSİZLİĞE KÖKLÜ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
22 Mart 2008 Cumartesi
İŞSİZLİĞE KÖKLÜ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
1 - Öncelikle ithal ürünlere kota konulması yanında , ithal ürünlerin yurtiçinde üretiminin teşvik edilmesi gereklidir.
2 - Ar-Ge çalışmaları koordineli olarak sürdürülmeli ve teşvik edilmelidir.
3 - İleri teknolojik yatırımlar teşvik edilmelidir.
4 - Halka, yerli mallarımızın tüketilmesi konusunda yaygın eğitim verilmelidir.
5 - Girişimci ruh canlandırılmalı , tutarlı proje ortaya koyanlar, teşvik edilmelidir.
6 - Özellikle, tarım ve hayvancılık ürünlerimizin, işlenerek, ihracatı için, modern tesisler kurulmalıdır.
7 - Ormanlarımız işletmeye açılmalıdır.
8 - Madenlerimiz hammadde olarak değil, işlenerek pazarlanmalıdır.
9 - İthalata bağımlı olduğumuz ürünlerde , yerli üretimin teşvik edilmesi yanında, tasarruf yapılmalıdır.
10-Eğitimde fırsat eşitliği tanınması ile oluşan rekabet , kalkınmamızın da önünü açacaktır.
11-Çalışanların ücretlerinde seyyanen iyileştirmeler yapılarak, gelir dağılımında ki adaletsizliğin giderilmesi ile artan huzur ve mutluluk , üretimde kalitenin ve adedin artışını sağlayarak, birim maliyetlerini de düşürecektir.
12-İşveren ve işçi üzerindeki vergi , sosyal güvenlik primi yükleri düşürülmeli, fakat kayıtdışı önlenmelidir.
13-Ailesi yanında çalışanların vergi yükü azaltılmalı, fakat sosyal güvenliğe intibakları sağlanmalıdır.
14-Küçük ve ortaboy işletmeler desteklenmeli, üretimde rekabet ortamının oluşturulması ile, kalitenin ve çeşidin artışı sağlanmalıdır.
15-Turizme ve ihracata yönelik el sanatları geliştirilmelidir.
16-Bilim ve teknolojide beyin göçünü tersine döndürecek sistemler geliştirmeliyiz.
17-Büyük şehirlerde yaşanan tıkanıklığın giderilmesi için yeni cazibe merkezleri kurulmalıdır.
18-Göçün önlenmesi için de kırsal yaşamın refah düzeyinin yükseltilmesi gerekir.
19-Küçük esnafın ezilmemesi için, kiraların kontrölü yanında , yeni ticaret merkezleri kurulmalıdır. Seyyar satıcılar ve pazarcılar buralara yönlendirilerek, kayıtdışı önlenmelidir.
20-Dolandırıcılığı önleyecek, sert tedbirlere başvurulmalıdır. Böylelikle, vergi kaybının önlenmesinin yanında, dürüst esnafın zarar ederek, yeni yatırımlardan vazgeçmesi de önlenecektir.
21-Çoğu teşviğe dayalı, tüm bu faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için kaynak olarak, işsizlik fonunun işlevsel hale getirilmesi ile birlikte, orman vasfını yitirmiş arazilerin satışından elde edilecek gelir de kullanılabilir. Ayrıca yukarıdaki faaliyetler yürürlüğe girdikçe, kendi finansmanını da zaten sağlayacaktır.
22-Emeklilerin, başkalarının yanında çalışmaları yerine, kendi işlerini kurmalarına imkan sağlanmalıdır.
23-Yabancı işçilerin, kayıtdışı çalışmaları önlenmelidir.
Yukarıdaki tüm maddelerin ayrıntıları ve nasıl yürürlüğe geçirileceği, istenirse ayrı ayrı olarak rapor halinde sunulabilir.
İbrahim Ethem Erçakır - ieercakir@hotmail.com - www.yeniumuthaber.com
Gönderen ieercakir zaman: 11:11 0 yorum
Etiketler: iş, işsizlik, kalkınma, sosyal adalet, teşvik, yatırım
İŞSİZLİĞE KÖKLÜ ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
1 - Öncelikle ithal ürünlere kota konulması yanında , ithal ürünlerin yurtiçinde üretiminin teşvik edilmesi gereklidir.
2 - Ar-Ge çalışmaları koordineli olarak sürdürülmeli ve teşvik edilmelidir.
3 - İleri teknolojik yatırımlar teşvik edilmelidir.
4 - Halka, yerli mallarımızın tüketilmesi konusunda yaygın eğitim verilmelidir.
5 - Girişimci ruh canlandırılmalı , tutarlı proje ortaya koyanlar, teşvik edilmelidir.
6 - Özellikle, tarım ve hayvancılık ürünlerimizin, işlenerek, ihracatı için, modern tesisler kurulmalıdır.
7 - Ormanlarımız işletmeye açılmalıdır.
8 - Madenlerimiz hammadde olarak değil, işlenerek pazarlanmalıdır.
9 - İthalata bağımlı olduğumuz ürünlerde , yerli üretimin teşvik edilmesi yanında, tasarruf yapılmalıdır.
10-Eğitimde fırsat eşitliği tanınması ile oluşan rekabet , kalkınmamızın da önünü açacaktır.
11-Çalışanların ücretlerinde seyyanen iyileştirmeler yapılarak, gelir dağılımında ki adaletsizliğin giderilmesi ile artan huzur ve mutluluk , üretimde kalitenin ve adedin artışını sağlayarak, birim maliyetlerini de düşürecektir.
12-İşveren ve işçi üzerindeki vergi , sosyal güvenlik primi yükleri düşürülmeli, fakat kayıtdışı önlenmelidir.
13-Ailesi yanında çalışanların vergi yükü azaltılmalı, fakat sosyal güvenliğe intibakları sağlanmalıdır.
14-Küçük ve ortaboy işletmeler desteklenmeli, üretimde rekabet ortamının oluşturulması ile, kalitenin ve çeşidin artışı sağlanmalıdır.
15-Turizme ve ihracata yönelik el sanatları geliştirilmelidir.
16-Bilim ve teknolojide beyin göçünü tersine döndürecek sistemler geliştirmeliyiz.
17-Büyük şehirlerde yaşanan tıkanıklığın giderilmesi için yeni cazibe merkezleri kurulmalıdır.
18-Göçün önlenmesi için de kırsal yaşamın refah düzeyinin yükseltilmesi gerekir.
19-Küçük esnafın ezilmemesi için, kiraların kontrölü yanında , yeni ticaret merkezleri kurulmalıdır. Seyyar satıcılar ve pazarcılar buralara yönlendirilerek, kayıtdışı önlenmelidir.
20-Dolandırıcılığı önleyecek, sert tedbirlere başvurulmalıdır. Böylelikle, vergi kaybının önlenmesinin yanında, dürüst esnafın zarar ederek, yeni yatırımlardan vazgeçmesi de önlenecektir.
21-Çoğu teşviğe dayalı, tüm bu faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için kaynak olarak, işsizlik fonunun işlevsel hale getirilmesi ile birlikte, orman vasfını yitirmiş arazilerin satışından elde edilecek gelir de kullanılabilir. Ayrıca yukarıdaki faaliyetler yürürlüğe girdikçe, kendi finansmanını da zaten sağlayacaktır.
22-Emeklilerin, başkalarının yanında çalışmaları yerine, kendi işlerini kurmalarına imkan sağlanmalıdır.
23-Yabancı işçilerin, kayıtdışı çalışmaları önlenmelidir.
Yukarıdaki tüm maddelerin ayrıntıları ve nasıl yürürlüğe geçirileceği, istenirse ayrı ayrı olarak rapor halinde sunulabilir.
İbrahim Ethem Erçakır - ieercakir@hotmail.com - www.yeniumuthaber.com
Gönderen ieercakir zaman: 11:11 0 yorum
Etiketler: iş, işsizlik, kalkınma, sosyal adalet, teşvik, yatırım
12 Haziran 2008 Perşembe
23 Temel Gerçek
Birinci gerçek: Türkiye Müslüman bir ülkedir.
İkinci gerçek: Türkiye halkının büyük/ezici çoğunluğu Müslümandır.
Üçüncü gerçek: Türkiye kimliğinin ana unsuru İslâm’dır.
Dördüncü gerçek: Türkiye halkının din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak hakkı ve hürriyeti vardır. Bu hak ve hürriyet hiçbir sebep ve bahane ile kısıtlanamaz, tatil edilemez, ortadan kaldırılamaz.
Beşinci gerçek: Türkiye’de gerçek lâiklik yoktur.
Altıncı gerçek: Türkiye’deki sistem “Devlet dini” sistemidir. (Din devleti ile karıştırılmamalıdır).
Yedinci gerçek: Türkiye’de gerçek ve tam demokrasi yoktur. Resmî ideolojili vesayet demokrasisi vardır.
Sekizinci gerçek: Türkiye’de gerçek mânada eşitlik yoktur. Kendisini ülkenin ve halkın sahibi ve vasisi gibi gören egemen bir azınlık, çoğunluktan “daha eşittir”.
Dokuzuncu gerçek: Türkiye’de hukukun üstünlüğü yoktur.
Onuncu gerçek: Türkiye’de, bütün sosyal, siyasî, eğitimle ilgili faaliyetlerin, düşünce ve edebiyatın ana unsuru olan yazılı Türkçe dumura uğratılmış, yeni nesiller dedelerinin mezar taşlarını, klasik edebî eserleri okuyamayacak ve anlayamayacak kadar cahil yetiştirilmiş, bu suretle bir kültür sömürgeciliği ortamı meydana getirilmiştir.
Onbirinci gerçek: Türkiye politikası gayet kalitesiz hale getirilmiş ve kirlenmiştir.
Onikinci gerçek: Türkiye’nin bir kısım büyük medyası çeteleşmiş, tekelleşmiş, kartelleşmiş, mafyalaşmış ve ülkeye zarar verecek hale gelmiştir.
Onüçüncü gerçek: Türkiye üniversiteleri genellikle resmî ideolojinin fidelikleri haline getirilmiş ve gerçek bağımsız vasıflı üniversiteler olmak niteliklerini kaybetmiştir.
Ondördüncü gerçek: Parçala, böl ve hükm et ilkesi doğrultusunda Türkiye halkı Türk Kürt, Sünnî Alevî, Dinci Lâik, Sağcı Solcu gibi kesimlere ve kamplara ayrılmış ve kasıtlı olarak ülkenin geleceğini karartan dehşetli bir kopukluk oluşturulmuştur.
Onbeşinci gerçek: Ülkenin çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlar cahil bırakılmış, parçalanmış ve toplumsal iradelerini kullanamaz hale getirilmiştir.
Onaltıncı gerçek: Millî mimariye, millî sanatlara, millî kültüre savaş ilan eden şer güçleri Türkiye’yi bir çirkinlikler meşheri haline getirmiştir.
Onyedinci gerçek: Ortadoğu’nun Japonya’sı, Güney Kore’si olabilecek ülkemiz, emperyalist güçlerin ve onların yardakçılarının sabotajlarıyla geri bırakılmış, borç batağına itilmiş, bugünkü kötü duruma düşürülmüştür.
Onsekizinci gerçek: Bir toplumu ayakta tutan ahlâk, fazilet, iyilikler horlanmış, müstehcenlik teşvik edilmiş, hırsızlık ve soygun, sistemin bir parçası gibi görülmüş ve bugünkü kokuşma ortamı oluşturulmuştur.
Ondokuzuncu gerçek: Türkiye halkının sosyal, kültürel, antropolojik, tarihî yapısına uymayan kanunlar toplumu çürütmüş, aile yapısını bozmuş, genç nesilleri dejenere etmiş, suçların patlamasına sebep olmuştur.
Yirminci gerçek: Türkiye’nin büyük felaketlere uğramaması için en kısa zamanda fazilet ve hikmet (erdem ve bilgelik) temelleri üzerine oturmuş gerçek bir demokrasiye, temel insan haklarına saygılı ve bağlı bir sisteme, temiz ve şeffaf bir idareye kavuşturulması gerekmektedir.
Yirmibirinci gerçek: Devletin yeni bir sivil anayasaya ihtiyacı vardır. Resmî ideolojisiz demokratik bir anayasa...
Yirmiikinci gerçek: Bugünkü eğitim (bilhassa liseler) ve üniversiteler ile Türkiye’yi düze çıkartacak yeterli sayıda güçlü/vasıflı eleman yetiştirmek mümkün değildir. Bu konuda acilen çareler ve çözümler aranmalı ve bulunmalıdır.
Yirmiüçüncü gerçek: Namuslu, vicdanlı, ahlâklı, karakterli, vatansever, erdemli bütün okumuşlar, seçkinler Türkiye’yi bugünkü bataklıktan çıkartmak için elbirliği ile çalışmalıdır. Bu maksatla sivil bir kurucu meclis toplanmalı ve gerekenleri yapmalıdır.
Türkiye’de Gerçek Aydın Var mı, Müslüman Aydın Var mı?
ŞİMDİ aydın deniliyor, eskiden münevverdi, Azeriler ziyalı diyor... Türkiye’de gerçek aydın var mıdır? Olsa bile sanırım çok azdır. İslâmî kesimde aydın var mı? İnşaallah vardır. Bence üç-beş kişiyi geçmez.
Ben kendimi aydın sanıyor muyum? Hâşâ!.. Okur-yazar bir vatandaşım, her gün birkaç saat okurum, birkaç saat de yazarım... Okur-yazar olduğuma yemin etsem başım ağrımaz.
Ortalıkta bir sürü Müslüman aydın dolaşıyor. Aydın olmak o kadar kolay mıdır?
Aydın olmanın birtakım temel ve zarurî şartları vardır:
Birincisi: Bilgi boyutu çok gelişmiş olacak. Edebiyat, tarih, mantık, psikoloji, ahlâk, metafizik, estetik... Müslümansa yeterli İslâmî kültüre sahip olacak. Doğru dürüst edebî/yazılı Türkçe bilmeyen nasıl aydın olabilir?
İkincisi: Aksiyon, ahlâk, karakter boyutudur.
Üçüncüsü: Estetik, sanat, güzellik boyutu.
Dördüncüsü: Gerçek aydın mutlaka muhalif olacaktır. Ülke gırtlağına kadar pisliğe batmış, bizimki hiç aldırmıyor, hattâ kendi payına düşen haltları yiyor ve aydın geçiniyor. Yağma yok!..
Aydın kişi, iktidar Müslümanlarda (veya İslâmcılarda) da olsa, onlardan uzak durur.
Bizimkiler iktidara geçti... Haydi biz de sofraya oturalım, yiyip içelim... Bu kafadaki adamlar ve karılar aydın olamaz.
İslâm aydını hükümdarlarla, sultanlarla, devletlilerle araya mesafe koyar.
İslâm aydını olumlu tenkitleriyle, müsbet uyarılarıyla aydınlatır.
Bir insan çok tahsilli, çok kültürlü olabilir. Bu kültürün yanında ahlâk ve fazilet yoksa, o adam haram yiyorsa, emanete hıyanet ediyorsa “Kültürlü bir sahtekardan” başka birisi değildir.
Gerçek İslâm aydını asla yalakalık, yağcılık, dalkavukluk yapmaz.
Kirli, bulaşık, meddah, köle ruhlu adamlar aydın olamaz.
Bir maaş, biraz harcırah, az veya çok avanta karşılığında haksızlıklara karşı susacak, zalimleri övecek... Böylesine aydın mı denir?
Müslümanlar son elli sene içinde çeşitli mesleklerde ve uzmanlıklarda hayli adam yetiştirdiler ama aydın yetiştiremediler.
Yeterli sayıda aydına sahip olmayan bir ülke batmaya mahkumdur.
Aydın, adı üstünde aydınlatır, yol gösterir, kılavuzluk yapar. Aydın iyilikleri emr eder, kötülükleri yasaklar. Aydın, içinde bulunduğu toplum için en büyük nimettir. Aydınlarını yetiştiremeyen bir toplum bahtına ağlasın.
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=18936
İkinci gerçek: Türkiye halkının büyük/ezici çoğunluğu Müslümandır.
Üçüncü gerçek: Türkiye kimliğinin ana unsuru İslâm’dır.
Dördüncü gerçek: Türkiye halkının din, inanç, ibadet, inandığı gibi yaşamak hakkı ve hürriyeti vardır. Bu hak ve hürriyet hiçbir sebep ve bahane ile kısıtlanamaz, tatil edilemez, ortadan kaldırılamaz.
Beşinci gerçek: Türkiye’de gerçek lâiklik yoktur.
Altıncı gerçek: Türkiye’deki sistem “Devlet dini” sistemidir. (Din devleti ile karıştırılmamalıdır).
Yedinci gerçek: Türkiye’de gerçek ve tam demokrasi yoktur. Resmî ideolojili vesayet demokrasisi vardır.
Sekizinci gerçek: Türkiye’de gerçek mânada eşitlik yoktur. Kendisini ülkenin ve halkın sahibi ve vasisi gibi gören egemen bir azınlık, çoğunluktan “daha eşittir”.
Dokuzuncu gerçek: Türkiye’de hukukun üstünlüğü yoktur.
Onuncu gerçek: Türkiye’de, bütün sosyal, siyasî, eğitimle ilgili faaliyetlerin, düşünce ve edebiyatın ana unsuru olan yazılı Türkçe dumura uğratılmış, yeni nesiller dedelerinin mezar taşlarını, klasik edebî eserleri okuyamayacak ve anlayamayacak kadar cahil yetiştirilmiş, bu suretle bir kültür sömürgeciliği ortamı meydana getirilmiştir.
Onbirinci gerçek: Türkiye politikası gayet kalitesiz hale getirilmiş ve kirlenmiştir.
Onikinci gerçek: Türkiye’nin bir kısım büyük medyası çeteleşmiş, tekelleşmiş, kartelleşmiş, mafyalaşmış ve ülkeye zarar verecek hale gelmiştir.
Onüçüncü gerçek: Türkiye üniversiteleri genellikle resmî ideolojinin fidelikleri haline getirilmiş ve gerçek bağımsız vasıflı üniversiteler olmak niteliklerini kaybetmiştir.
Ondördüncü gerçek: Parçala, böl ve hükm et ilkesi doğrultusunda Türkiye halkı Türk Kürt, Sünnî Alevî, Dinci Lâik, Sağcı Solcu gibi kesimlere ve kamplara ayrılmış ve kasıtlı olarak ülkenin geleceğini karartan dehşetli bir kopukluk oluşturulmuştur.
Onbeşinci gerçek: Ülkenin çoğunluğunu teşkil eden Müslümanlar cahil bırakılmış, parçalanmış ve toplumsal iradelerini kullanamaz hale getirilmiştir.
Onaltıncı gerçek: Millî mimariye, millî sanatlara, millî kültüre savaş ilan eden şer güçleri Türkiye’yi bir çirkinlikler meşheri haline getirmiştir.
Onyedinci gerçek: Ortadoğu’nun Japonya’sı, Güney Kore’si olabilecek ülkemiz, emperyalist güçlerin ve onların yardakçılarının sabotajlarıyla geri bırakılmış, borç batağına itilmiş, bugünkü kötü duruma düşürülmüştür.
Onsekizinci gerçek: Bir toplumu ayakta tutan ahlâk, fazilet, iyilikler horlanmış, müstehcenlik teşvik edilmiş, hırsızlık ve soygun, sistemin bir parçası gibi görülmüş ve bugünkü kokuşma ortamı oluşturulmuştur.
Ondokuzuncu gerçek: Türkiye halkının sosyal, kültürel, antropolojik, tarihî yapısına uymayan kanunlar toplumu çürütmüş, aile yapısını bozmuş, genç nesilleri dejenere etmiş, suçların patlamasına sebep olmuştur.
Yirminci gerçek: Türkiye’nin büyük felaketlere uğramaması için en kısa zamanda fazilet ve hikmet (erdem ve bilgelik) temelleri üzerine oturmuş gerçek bir demokrasiye, temel insan haklarına saygılı ve bağlı bir sisteme, temiz ve şeffaf bir idareye kavuşturulması gerekmektedir.
Yirmibirinci gerçek: Devletin yeni bir sivil anayasaya ihtiyacı vardır. Resmî ideolojisiz demokratik bir anayasa...
Yirmiikinci gerçek: Bugünkü eğitim (bilhassa liseler) ve üniversiteler ile Türkiye’yi düze çıkartacak yeterli sayıda güçlü/vasıflı eleman yetiştirmek mümkün değildir. Bu konuda acilen çareler ve çözümler aranmalı ve bulunmalıdır.
Yirmiüçüncü gerçek: Namuslu, vicdanlı, ahlâklı, karakterli, vatansever, erdemli bütün okumuşlar, seçkinler Türkiye’yi bugünkü bataklıktan çıkartmak için elbirliği ile çalışmalıdır. Bu maksatla sivil bir kurucu meclis toplanmalı ve gerekenleri yapmalıdır.
Türkiye’de Gerçek Aydın Var mı, Müslüman Aydın Var mı?
ŞİMDİ aydın deniliyor, eskiden münevverdi, Azeriler ziyalı diyor... Türkiye’de gerçek aydın var mıdır? Olsa bile sanırım çok azdır. İslâmî kesimde aydın var mı? İnşaallah vardır. Bence üç-beş kişiyi geçmez.
Ben kendimi aydın sanıyor muyum? Hâşâ!.. Okur-yazar bir vatandaşım, her gün birkaç saat okurum, birkaç saat de yazarım... Okur-yazar olduğuma yemin etsem başım ağrımaz.
Ortalıkta bir sürü Müslüman aydın dolaşıyor. Aydın olmak o kadar kolay mıdır?
Aydın olmanın birtakım temel ve zarurî şartları vardır:
Birincisi: Bilgi boyutu çok gelişmiş olacak. Edebiyat, tarih, mantık, psikoloji, ahlâk, metafizik, estetik... Müslümansa yeterli İslâmî kültüre sahip olacak. Doğru dürüst edebî/yazılı Türkçe bilmeyen nasıl aydın olabilir?
İkincisi: Aksiyon, ahlâk, karakter boyutudur.
Üçüncüsü: Estetik, sanat, güzellik boyutu.
Dördüncüsü: Gerçek aydın mutlaka muhalif olacaktır. Ülke gırtlağına kadar pisliğe batmış, bizimki hiç aldırmıyor, hattâ kendi payına düşen haltları yiyor ve aydın geçiniyor. Yağma yok!..
Aydın kişi, iktidar Müslümanlarda (veya İslâmcılarda) da olsa, onlardan uzak durur.
Bizimkiler iktidara geçti... Haydi biz de sofraya oturalım, yiyip içelim... Bu kafadaki adamlar ve karılar aydın olamaz.
İslâm aydını hükümdarlarla, sultanlarla, devletlilerle araya mesafe koyar.
İslâm aydını olumlu tenkitleriyle, müsbet uyarılarıyla aydınlatır.
Bir insan çok tahsilli, çok kültürlü olabilir. Bu kültürün yanında ahlâk ve fazilet yoksa, o adam haram yiyorsa, emanete hıyanet ediyorsa “Kültürlü bir sahtekardan” başka birisi değildir.
Gerçek İslâm aydını asla yalakalık, yağcılık, dalkavukluk yapmaz.
Kirli, bulaşık, meddah, köle ruhlu adamlar aydın olamaz.
Bir maaş, biraz harcırah, az veya çok avanta karşılığında haksızlıklara karşı susacak, zalimleri övecek... Böylesine aydın mı denir?
Müslümanlar son elli sene içinde çeşitli mesleklerde ve uzmanlıklarda hayli adam yetiştirdiler ama aydın yetiştiremediler.
Yeterli sayıda aydına sahip olmayan bir ülke batmaya mahkumdur.
Aydın, adı üstünde aydınlatır, yol gösterir, kılavuzluk yapar. Aydın iyilikleri emr eder, kötülükleri yasaklar. Aydın, içinde bulunduğu toplum için en büyük nimettir. Aydınlarını yetiştiremeyen bir toplum bahtına ağlasın.
http://www.milligazete.com.tr/index.php?action=show&type=writersnews&id=18936
Trajikomik Bir Hukuk Faciası !...
Anayasa Mahkemesi, içinde başörtüsünün harfi dahi geçmeyen ve yükseköğrenimde herkesin kanun önünde eşitliğini sağlayacak Anayasa değişikliğini iptal etti. Hukukçular ve sivil toplum temsilcileri, bağlı olduğu Anayasa’yı bile ihlal ederek yetkisini aşan Mahkeme’nin kararının hukuk cinayeti olduğunu ve yok hükmünde sayılması gerektiğini ifade ediyor. Analiz Dosya / Ahmet Zeki Gayberi Anayasa Mahkemesi, kamuoyunda üniversitelerdeki hukuksuz başörtüsü yasağını sona erdirip biraz olsun özgürlüklerin sınırlarını genişleteceği şeklinde takdim edilen Anayasa değişikliğini iptal ederek, yürürlüğünü durdurdu. Anayasa’nın 1, 2, 4 ve 148. maddelerine dayandırılan karar büyük bir hukuk faciası olarak değerlendirilirken, Anayasa’nın 148. maddesine göre Yüksek Mahkeme yasa değişiklikleri ve Anayasa değişikliklerini sadece ‘usul ve şekil yönünden denetler’ hükmü de hiçe sayıldı. CHP ve DSP milletvekillerinin üniversitelerde türbana serbestlik sağlayan Anayasa değişikliğinin iptali başvurusunu karara bağlayan Mahkeme’nin bu kararıyla 148. maddeyi çiğnemesi büyük hukuk skandalı olarak görülüyor. Yargıçlar diktatoryası Anayasa Mahkemesi’nin, Türkiye’nin adeta bir “yargıçlar diktatoryası” ile yönetildiğini ortaya koyan son kararı “Yetki Gasbı” Ve “Millet iradesine engel” olarak yorumlandı. Anayasa mahkemesi, CHP’nin başvurusunu değerlendirerek Anayasa değişikliğini iptal etmesi ve Anayasa’yı çiğneyerek yürürlüğünü durdurmasının hukuki hiçbir izahı bulunmadığına dikkat çekiliyor. Anayasa Mahkemesi’nin Karar gerekçesinde ; ''9 Şubat 2008 günlü Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun''un 1'nci ve 2'nci maddeleri, Anayasa'nın 2, 4'üncü ve 148'inci maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur” denildi. 9’a 2 komedisi! Hemen hemen bütün hukukçular kararın hukuksal anlamda taşıdığı garabetin üzerinde durarak, “9’a 2” dengesindeki siyasi komediye dikkat çekiyor. Atandığı dönemin ve atayanın siyasi kimliği dışında karar veremeyen bir yüksek yargı olamayacağının altını çiziyor. Kararın, hukukî değil siyasî olduğu ve geçen yılki 367 kararı faciasının çağrıştırdığını dile getiren hukukçular, böyle geniş yorum ve yetki çerçevesinde hiçbir kurucu iktidarın hiçbir anayasa maddesini değiştirmesinin mümkün olamayacağına işaret ediyor. Anayasa Raportörünün bile sadece şekil yönünden incelenebileceğini öngörmesine rağmen mahkemenin aksi yönde ve yetki sınırlarını çok çok aşarak değişikliği esas yönden de inceleyerek karar vermesi ve değişiklik maddesinde başörtüsü kelimesi dahi geçmemesine karşın kararın “Türbana ret” diye yansıtılması da anlamlı bulunuyor. Yetki ve meşruiyetini Anayasa'dan alan Anayasa Mahkemesi, bu kararla Anayasa'da belirlenen yetki ve görev sınırlarını açık şekilde ihlal etti. Bu durumun, mahkemenin Anayasa ile bağlı olmadığını ilan etmesi olarak yorumlayan hukukçular, bundan sonra Anayasa Mahkeme'sini bağlayacak hiçbir hiç bir hukuki metinin kalmadığını ifade ediyor. Anayasa’da, Anayasa Mahkemesinin sadece “şekil” yönünden sınırlı bir şekilde inceleyebileceğinin amir bir hüküm olduğunu vurgulayan hukukçular, buna rağmen esastan yapılan inceleme ve yürütmeyi durdurma kararının açık bir Anayasa ihlali olduğunu ifade ediyor. Adalet dağıtması gereken yargı kurumlarının bizzat yasaları ihlal etmesinin, adalet mekanizmasına olan güveni ve inancı yok ettiğini kaydeden hukukçular, başörtüsü hakkındaki düzenlemenin de, Din ve Vicdan özgürlüğüne, kanun önünde Eşitlik ilkesine, Eğitim ve öğrenim hakkına katkı sunan bir düzenleme olduğunu ve Türkiye’yi çağdaş demokratik ülkelerle eşitleyecek bir düzenleme olduğunu vurguluyor. Din ve vicdan özgürlüğünü ihlal! Anayasa mahkemesi kararını Hakka ve Adalete Karşı, Temel Hak ve Özgürlükleri ihlal eden bir karar olarak değerlendiren İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (Mazlumder), Halk iradesi ve Meclis iradesini hiçe sayacak şekilde 9’a karşı 2 oyla verilen kararı, Meclise ait olan kanun yapma yetkisine doğrudan bir müdahale ve Yetki gaspı olarak değerlendirdiğini açıkladı. Mazlumder açıklamasında, “Yargı, Hakkın ve Adaletin tarafı olmalıdır. Yargı, soyut Cumhuriyet, laiklik kavramları adına ideolojik devletin tarafı olamaz, olmamalıdır. Olması halinde “Millet adına değil, İdeolojik devlet veya kişisel ideolojileri adına karar vermiş olurlar. Başörtüsü sadece üniversitelerde değil, hayatın her alanında serbest olmalıdır. Anayasa mahkemesi kararını millet iradesine müdahale eden bir karar olduğunu, Kaynağını Anayasadan almayan bir hukuka aykırı karar verildiğini, Meclisin yetkisinde olan bir konuda kişisel karar vererek, yetki gaspında bulunduğunu, Din ve vicdan özgürlüğü, eşitlik hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hayatına katılma haklarını ihlal eden bir karar verildiğini ifade ederiz” denildi. Yükseköğretimde herkese eşit eğitim alabilmeyi öngören yasa değişikliği, TBMM Genel Kurulu'nda, 9 Şubat 2008'de, 103 ret oyuna karşılık, 411 oyla kabul edilmişti. Meclis’teki 4 partiden CHP hariç 3 partinin desteklediği değişiklik, halkın yıllardır beklediği talep ve iradenin yansımasıydı. Anayasa Profesörü Mustafa Kamalak: Sıkıntılı dönem A nayasa Mahkemesi’nin bu iptal ve yürütmeyi durdurma kararı ile millet sıkıntılı bir döneme girmiştir. Mahkeme, Anayasa’daki sınırları çok zorlamıştır. Anayasa’nın çiğnendiği kanaatindeyim. TBMM artık referanduma da götüremez. Karar, AKP’nin kapatılmasını da neredeyse kesinleştirmiştir. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi: İnatlaşmayı teşvik ediyorlar! Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bu kararı esef ve kaygıyla karşılıyorum. Anayasa Mahkemesi içerik incelemesi yapamaz. Anayasa açıkça ihlal ediliyor. Bu, çifte standart ve keyfiliktir. Anayasa hiçbir şekilde keyfi olarak ihlal edilemez. Buna Anayasa Mahkemesi de dahildir. Bu bir hukuk ihlalidir. Kararı, kutuplaşmaya yol açacağı için son derece tehlikeli görüyorum. İnatlaşmayı teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. İptal edilen kanunu referanduma da götürülemez. Halktaki uyanışa rağmen bir kısım güçler hukuk devletinin oluşumunu engelliyor. Doç. Dr. Mustafa Şentop (Hukukçu): Karar, yok hükmündedir! AnayasaMahkemesi kararında, açık bir Anayasa kuralının ihlali söz konusu. Bunun bir yaptırımı yok. Anayasa Mahkemesi’ni denetleyen onun üstünde bir organ yok. Ancak hukukta başka tür yaptırım vardır. ‘Yokluk’ gibi bir yaptırım var. Bu nedenle karar yok hükmündedir. Meclis Anayasa değişikliğini iptal kararını yok hükmünde saysın. Öğrencilerimden biri sınavda böyle bir soruya Anayasa Mahkemesi’nin kararı gibi bir cevap verseydi sıfır alırdı. Mahkeme, kendi meşruiyetini çiğnemiştir. Karar, başörtüsünü yasaklamıyor! Anayasa Mahkemesi’nin, kamuoyunda üniversitede başörtüsü yasağını kaldıran karar olarak bilinen Anayasa değişikliklerini iptal etmesi, bazı medya organları tarafından “Türbana ret!” denilerek sevinçle karşılandı. Ancak mahkemenin iptal ettiği değişikliklerle ilgili kararın hiçbir şekilde başörtüsü yasağı getiremeyeceğinin altını çizen hukukçular, iptal edilen Anayasa değişikliklerinin, neredeyse eski maddelerle tamamen aynı olduğunu ve maddelerde başörtüsü ile ilgili tek harfin geçmediğine dikkat çekiyor. Hukukçular, Mahkemenin iptal ettiği düzenlemelerin sadece özgürlüklerin sınırlarının biraz daha genişletilmesini ve öğrenim hakkının kullanımında daha eşitlikçi davranılmasını içerdiğini ifade ediyor. Ancak buna rağmen bu anlamsız kararın tamamen başörtüsü ile bağdaştırılmasının hukuk mantığı açısından da geçersiz olduğu vurgulanıyor. Anayasa'nın davaya konu olan maddelerinin iptal edilen fıkraları ile birinci fıkraları neredeyse aynı... AKDER Başkan Yardımcısı Av. Fatma Benli: İlkokul çocuğu bile anlardı ama..! “Anayasa’da yer alan “Anayasa Mahkemesi Anayasa değişikliğini “sadece şekil yönünden” inceler ve denetler” ifadeleri ilkokul çağındaki çocukların anlayabileceği düzeydedir. Ancak bu netlik Anayasa Mahkemesi üyeleri için yeterli olmamıştır. Mahkeme, kendi hoşuna gitmeyen şeyler söz konusu olduğunda Anayasa ve hukuku bir kenara bırakma yetkisini kendisinde görüyorsa, o zaman “Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı bir hukuk devletidir” ibarelerinin de iptaline de karar vermelidir. Zira iptal kararı, artik darbelerin Türkiye’de yargı kararları ile yapıldığını tescil etmiştir.” Özgür-Der Genel Başkanı Hülya Şekerci: Yüzde 80’e karşı 9 kişi “Bir yanda halkın yüzde 80’ine tekabül eden 411 milletvekili ve bunların onayladığı Anayasa değişikliği var! Diğer yanda ise 9 kişi. O halde MHP ve DTP’de kapatılsın. Anayasa Mahkemesi Meclis'te 411 milletvekilinin oylarıyla kabul edilen 10. ve 42. madde değişikliklerini iptal kararıyla 367 probleminden sonra yeni bir skandala daha imza atmıştır. Mahkeme bu kararıyla Türkiye'nin hukuk devleti değil, tipik otoriter-faşizan bir bürokratik diktatörlük olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Anayasa Mahkemesi'nin son kararı bir türlü kendilerini güvende hissetmeyen elitlerin milletin kimliğine duydukları nefreti ve halka karşı güvensizliklerini yansıtan bir belge hükmündedir.” İşte ihlal edilen Anayasa maddeleri MADDE 10: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasîdüşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. MADDE 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. MADDE 13: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.” MADDE 148: “Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler...” MADDE 153: “Anayasa Mahkemesi, bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.” MADDE 10 (Eski) “Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır…” 10. MADDE DEĞİŞİKLİĞİ: "Devlet organları ve idari makamları, bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır" 42. MADDE (Eski) “Kimse öğretim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir.” 42. MADDE DEĞİŞİKLİĞİ: "Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğrenim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının sınırları kanunla belirlenir."
Milli Gazete
Milli Gazete
19 Mayıs 2008 Pazartesi
Protesto ediyorum !...
1. İstanbul’un nüfusunun 20 milyonun üzerine çıkarılmış olmasını protesto ediyorum. Dünyanın bu en güzel şehrinin rant uğruna perişan edilmesini; şehre seçmen ithal edilmesini protesto ediyorum.
2. Sadeleştirme, arılaştırma, öztürkçeleştirme, Arapça ve Farsça kelimelerden arındırma bahanesiyle yazılı ve edebî lisanımızın zayıf, çirkin, güçsüz hale getirilmesini bütün gücümle protesto ediyorum.
3. Halkın atalarının, dedelerinin, ecdadının mezar taşlarını, millî mimarî anıtlarındaki mermer kitabeleri, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki yazma eserleri, arşivlerdeki belgeleri okuyamayacak ve anlayamayacak kadar cahil bırakılmasını feryat ederek protesto ediyorum.
4. Mini eteğe izin verip de eşarp örtmeyi yasaklayan zihniyeti protesto ediyorum.
5. İstanbul halkına domuz, yaban domuzu, eşek eti yedirilmesini protesto ediyorum.
6. Üzerinde resmî TC antetli “vesikalarla” bazı kadınlara fahişelik belgesi verilmesini, bu işi yapan yasal fahişelerden KDV ve gelir vergisi alınmasını, bunların bütçeye gelir kaydedilmesini protesto ediyorum.
7. Okullarda uyuşturucu kullanma yaşının 11’e inmesini protesto ediyorum.
8. Ülkemin, Birleşmiş Milletlerin her yıl yaptırdığı Dünya Temizlik Anketi Listesi’nin diplerinde, 140’ıncı sırada olmasını, 10 üzerine sadece 3 küsur not almasını utanç ve öfke içinde protesto ediyorum.
9. Ülkemdeki bir takım kara adamların 250 milyar doların üzerinde kirli, haram, necis servete sahip olmalarını protesto ediyorum.
10. Bir takım politikacıların halkın gözüne baka baka yalan söylemelerini, milleti aldatmalarını protesto ediyorum.
11. Bir takım devlet ve hükümet adamları geçecek diye yolların, caddelerin, meydanların trafiğe kapatılmasını avazım çıktığı kadar protesto ediyorum.
12. Milyonlarca halk işsiz, aşsız, sefalet içinde yaşarken vekillerin refah içinde yaşamalarını protesto ediyorum.
13. Üretmeden tüketmek felsefesini, zihniyetini protesto ediyorum.
14. Halkın temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayan, din ve vicdan hürriyetini kuşa çeviren fanatik lâikçileri protesto ediyorum.
15. Bir medya patronunun üç beş bankaya, bir sürü uluslararası holdinge, düzinelerce dev şirkete ve tesise sahip olmasını; bunlarla yetinmeyerek milyarlarca dolarlık servetine yeni milyarlar ilave etmek için bin türlü dolap çevirmesini, bir sürü spekülasyon yapmasını protesto ediyorum.
16. İstanbul’da bazı vatandaşların evden işe, işten eve gitmek için günde dört saat vakit, bir sürü yakıt harcamalarını protesto ettiğim gibi bunların toplu taşıt vasıtalarını kullanmayıp özel otomobillerinde tek kişi seyahat etmelerini protesto ediyorum.
17. Nüfus, yüzölçümü, tabii kaynaklar, imkanlar açısından Türkiye’nin çok gerisinde ve altında bulunan Güney Kore’nin; sanayi, iktisat, ihracat, üretim, fert başına düşen milli gelir bakımından benim ülkemden çok ileride olmasını protesto ediyorum.
18. PKK terörünün tozu dumanı içinde, yekun olarak milyarlarca dolarlık uyuşturucu, silah, yakıt, koyun kaçakçılığı yapılmasını protesto ediyorum.
19. Pisliklere bulaşmayan, doğruları söyleyen, haksızlıklar ve yolsuzluklarla mücadele eden bir takım temiz, ehliyetli, liyakatli, değerli politikacıların liste dışı bırakılmasını, saf harici edilmesini protesto ediyorum.
20. Milyonlarca halk sıkıntı ve darlık içinde sürünürken parmaklarında pırlantalı yüzükler, bileklerinde her biri büyük bir servet eden lüks saatler teşhir eden bayanları protesto ediyorum.
21. İstanbul’un en kıymetli ve mutena yerlerinde inşaata ve yapılaşmaya kapalı arsaları alıp, ilgili belediyelere baskı yapıp oralarda kendilerine, çoluk çocuklarına, yakın akrabalarına şeddadî yavru saraylar inşa ettiren cebâbireyi protesto ediyorum.
22. İslâmî bir cihad hareketi olan Millî Mücadele’yi, düzmece ve yapay bir tarih çerçevesinde gösteren çarpık zihniyeti protesto ediyorum.
23. İslâm’a aykırı her şeyi yapan, bir sürü halt yiyen, büyük günah işleyen, haram yiyen, lüks ve israf sergileyen münâfık ve fasık İslâmcıları protesto ediyorum.
24. 1935’te localarını kapattıran, Masonluğu yasak ettiren Atatürk’ü çok seviyormuş numaraları yapan Masonları protesto ediyorum.
25. Ümmet şuurunu yitirip cemaat, hizip, fırka, grup asabiyetine, fanatizmine, militanlık bataklığına saplanan sahte dindarları protesto ediyorum.
26. Saf Müslümanları inek gibi sağan, kaz gibi yolan açgözlü, paraya doymaz, vicdansız din sömürücülerini, mukaddesat bezirganları protesto ediyorum.
27. Kendilerini İslâm’a değil, İslâm’ı kendilerine uydurmaya çalışan sapık, bid’atçi, dengesiz reformcuları, yenilikçileri protesto ediyorum.
28. Dinî hizmet ve faaliyetleri dejenere eden; kutsal değerleri şahsî veya siyasî nüfuz ve menfaatlerine âlet eden; mukaddesatı ticaret konusu yapan alçakları protesto ediyorum.
Daha protesto edilecek çok şey var ama bu kadar yazabildim...
Mehmet Şevket Eygi - Milli Gazete
2. Sadeleştirme, arılaştırma, öztürkçeleştirme, Arapça ve Farsça kelimelerden arındırma bahanesiyle yazılı ve edebî lisanımızın zayıf, çirkin, güçsüz hale getirilmesini bütün gücümle protesto ediyorum.
3. Halkın atalarının, dedelerinin, ecdadının mezar taşlarını, millî mimarî anıtlarındaki mermer kitabeleri, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki yazma eserleri, arşivlerdeki belgeleri okuyamayacak ve anlayamayacak kadar cahil bırakılmasını feryat ederek protesto ediyorum.
4. Mini eteğe izin verip de eşarp örtmeyi yasaklayan zihniyeti protesto ediyorum.
5. İstanbul halkına domuz, yaban domuzu, eşek eti yedirilmesini protesto ediyorum.
6. Üzerinde resmî TC antetli “vesikalarla” bazı kadınlara fahişelik belgesi verilmesini, bu işi yapan yasal fahişelerden KDV ve gelir vergisi alınmasını, bunların bütçeye gelir kaydedilmesini protesto ediyorum.
7. Okullarda uyuşturucu kullanma yaşının 11’e inmesini protesto ediyorum.
8. Ülkemin, Birleşmiş Milletlerin her yıl yaptırdığı Dünya Temizlik Anketi Listesi’nin diplerinde, 140’ıncı sırada olmasını, 10 üzerine sadece 3 küsur not almasını utanç ve öfke içinde protesto ediyorum.
9. Ülkemdeki bir takım kara adamların 250 milyar doların üzerinde kirli, haram, necis servete sahip olmalarını protesto ediyorum.
10. Bir takım politikacıların halkın gözüne baka baka yalan söylemelerini, milleti aldatmalarını protesto ediyorum.
11. Bir takım devlet ve hükümet adamları geçecek diye yolların, caddelerin, meydanların trafiğe kapatılmasını avazım çıktığı kadar protesto ediyorum.
12. Milyonlarca halk işsiz, aşsız, sefalet içinde yaşarken vekillerin refah içinde yaşamalarını protesto ediyorum.
13. Üretmeden tüketmek felsefesini, zihniyetini protesto ediyorum.
14. Halkın temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayan, din ve vicdan hürriyetini kuşa çeviren fanatik lâikçileri protesto ediyorum.
15. Bir medya patronunun üç beş bankaya, bir sürü uluslararası holdinge, düzinelerce dev şirkete ve tesise sahip olmasını; bunlarla yetinmeyerek milyarlarca dolarlık servetine yeni milyarlar ilave etmek için bin türlü dolap çevirmesini, bir sürü spekülasyon yapmasını protesto ediyorum.
16. İstanbul’da bazı vatandaşların evden işe, işten eve gitmek için günde dört saat vakit, bir sürü yakıt harcamalarını protesto ettiğim gibi bunların toplu taşıt vasıtalarını kullanmayıp özel otomobillerinde tek kişi seyahat etmelerini protesto ediyorum.
17. Nüfus, yüzölçümü, tabii kaynaklar, imkanlar açısından Türkiye’nin çok gerisinde ve altında bulunan Güney Kore’nin; sanayi, iktisat, ihracat, üretim, fert başına düşen milli gelir bakımından benim ülkemden çok ileride olmasını protesto ediyorum.
18. PKK terörünün tozu dumanı içinde, yekun olarak milyarlarca dolarlık uyuşturucu, silah, yakıt, koyun kaçakçılığı yapılmasını protesto ediyorum.
19. Pisliklere bulaşmayan, doğruları söyleyen, haksızlıklar ve yolsuzluklarla mücadele eden bir takım temiz, ehliyetli, liyakatli, değerli politikacıların liste dışı bırakılmasını, saf harici edilmesini protesto ediyorum.
20. Milyonlarca halk sıkıntı ve darlık içinde sürünürken parmaklarında pırlantalı yüzükler, bileklerinde her biri büyük bir servet eden lüks saatler teşhir eden bayanları protesto ediyorum.
21. İstanbul’un en kıymetli ve mutena yerlerinde inşaata ve yapılaşmaya kapalı arsaları alıp, ilgili belediyelere baskı yapıp oralarda kendilerine, çoluk çocuklarına, yakın akrabalarına şeddadî yavru saraylar inşa ettiren cebâbireyi protesto ediyorum.
22. İslâmî bir cihad hareketi olan Millî Mücadele’yi, düzmece ve yapay bir tarih çerçevesinde gösteren çarpık zihniyeti protesto ediyorum.
23. İslâm’a aykırı her şeyi yapan, bir sürü halt yiyen, büyük günah işleyen, haram yiyen, lüks ve israf sergileyen münâfık ve fasık İslâmcıları protesto ediyorum.
24. 1935’te localarını kapattıran, Masonluğu yasak ettiren Atatürk’ü çok seviyormuş numaraları yapan Masonları protesto ediyorum.
25. Ümmet şuurunu yitirip cemaat, hizip, fırka, grup asabiyetine, fanatizmine, militanlık bataklığına saplanan sahte dindarları protesto ediyorum.
26. Saf Müslümanları inek gibi sağan, kaz gibi yolan açgözlü, paraya doymaz, vicdansız din sömürücülerini, mukaddesat bezirganları protesto ediyorum.
27. Kendilerini İslâm’a değil, İslâm’ı kendilerine uydurmaya çalışan sapık, bid’atçi, dengesiz reformcuları, yenilikçileri protesto ediyorum.
28. Dinî hizmet ve faaliyetleri dejenere eden; kutsal değerleri şahsî veya siyasî nüfuz ve menfaatlerine âlet eden; mukaddesatı ticaret konusu yapan alçakları protesto ediyorum.
Daha protesto edilecek çok şey var ama bu kadar yazabildim...
Mehmet Şevket Eygi - Milli Gazete
14 Mayıs 2008 Çarşamba
Analiz ve Çözüm Önerileri :

Dünya bugün bir gıda krizi yaşıyor. Siz bu krize yıllardır vurgu yapıyorsunuz. Gelinen noktayı nasıl yorumlamak gerekir? Birinci ve ikinci petrol krizlerinin ardından sanayi ötesi dönem, diğer ifadeyle bugünkü adıyla finans kapitalizminin hâkim olduğu döneme girdik. Sanayi kapitalizmi bu sorunlarını aşabilmek için iki çözüm buldu. Bunlardan birisi küreselleşmeydi, diğeri ise yüksek teknolojileri geliştirmekti. Böylece, iktisaden gelişmiş ülkelerde kâr marjı yüksek alanlara geçilecek ve muhtemel durgunluk önlenecekti. Çünkü, insanlar akla gelebilecek her şeyi üretmişti, gelişmiş ülkeler için söylüyorum, üretilebilecek çok az şey vardı. Bu noktada geleneksel sektörlerde üretim ve tüketimde bir durgunluğun ortaya çıkması kaçınılmazdı. Çünkü yeni dönemle birlikte refahı orta kesime yayan işler ortadan kalktı ya da azaldı. Halkın önemli bir kısmı işsizleşti. Böylece ABD başta olmak üzere 1990’ların başından itibaren bütün büyük ülkelerde ekonomik kriz ortaya çıkmış oldu. Nasıl sanayi kapitalizmini durduran petrol krizleri olduysa, sanayi ötesi kapitalizmin gidişatını durduracak olan bir krizler dizisi de olacaktır. Gıda krizi bunlardan bir tanesidir. Arkasından su krizi, ekilebilir arazi krizi gelecektir. Uzun süreli potansiyel krizler de bunları izleyecektir. Krizlerin sürekli tekrar etmesi ne anlama geliyor? Burada da sanki başka bir şeyler var... Şu an dünya öyle bir noktadadır ki üretime dayalı bir sistem yok. Fiili üretimin 15 katı hizmet üretimi var. Dünyada en çok kâr eden sektör hangisidir? Bankacılıktır. Ne satıyorlar? Zaman satıyorlar. Sigortacılık sektörü risk satıyor. Turizm sektörü ise eğlence satıyor. Reklâmcılık sektörü imaj satıyor. Dünya ekonomisi spekülatif kazanç üzerine kurulu. Şu son gıda krizinde, dünyadaki 5 büyük şirketin gıdada çevirdikleri oyunlardan kazandıkları paralarla finans sektöründe de spekülasyon yaptıkları ortaya çıktı. Buna gıda emperyalizmi de diyebilir miyiz? Adına ne dersiniz bilmem ama zaten küresel anlamda bir emperyalizm var. Bu da şu ülkenin bu ülkenin emperyalizminden ziyade, gücü elinde bulunduran sayıları birkaç yüzle ifade edilecek şirketlerin hâkimiyetine dayalı bir emperyalizmdir. 1980’den beri ülke ülke, bölge bölge kendi istekleri doğrultusunda dünyayı şekillendiriyorlar. Ve sonuçta büyük şirketlerin yönettiği bir küresel ekonomi var. Bundan bir süre önce ABD’de çıkan kriz karşısında Amerika Merkez Bankası Başkanı Ben Bernanke, Amerikan ekonomisinin karşılaştığı sorunların en büyük sebebinin milli bir ekonomiye dayanmaması olduğunu söyledi. Bizim söylediğimizi teyit ediyor. Dolayısıyla bu süreç birçok krizle devam edecek olan bir süreçtir. Esas krizi ise bir medeniyet krizi şeklinde ortaya çıkacaktır. Son 2–3 asırdır dünyaya hâkim olan, öncülük yapmaya çalışan batı uygarlığı bugün iflas etmiştir. Dünyadaki sorunları çözebilme imkân ve ihtimali bulunmuyor. Dolayısıyla arkası arkasına krizleri taşıyan bir potansiyel var. Bugün bir krizle karşı karşıyayız, yarın da başka krizlerle karşılaşacağız. Anlaşılan bundan sonra artık dünyada sosyal adalet daha fazla konuşulan bir konu olacak… Son 200 yıldır bütün dünyayı kapitalist ve liberal değerler üzerinden şekillendiriyorlar. Tamamen bireysellik, rasyonellik, manevi ve insani olanı hayattan dışlama üzerine kurulu bir model. Bunlar yeryüzüne ‘bizim malımız, mülkümüz’ gözüyle yani temellük duygusu ile bakıyor. ‘Dünyayı hemen sömürmemiz gerekiyor. Sonraya bırakmayız” diyorlar. Kendilerini bu dünyada ebedi sanıyorlar ve dünyanın hâkimi olarak görüyorlar. Emperyalizmin esas kaynağı burasıdır. Batı emperyalizmi, batı kapitalizmi bugün ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya… Buna alternatif bir şey çıkacak. Bu nereden çıkacak sorularına da yıllardır cevap arıyorlar. İslam dünyasının ve Doğu’nun buna alternatif olarak çıkacağı endişesini hep duydular. Bu sebeple İslam dünyası üzerine özel programlarla yoğunlaşıyorlar. Bunu asla bir hükümetin bir şahsın yanlışları olarak göremeyiz. Bugün gelinen nokta bir medeniyet, uygarlık krizidir. Dünyanın sorunlarını batılı değerlerle çözmek mümkün değildir. İslam Dünyasının mensupları dünyaya nasıl bakıyor? İslam medeniyetinin mensupları olarak dünyaya böyle bakmıyoruz. ‘Biz dünyanın bize miras bırakıldığını düşünüyoruz. Biz bu mirası en iyi şekilde koruyup, kollayarak bizden sonraki nesillere daha iyi bir şekilde bırakmak zorundayız. Hz. Peygamberin, ‘Kıyametin koptuğunu duysanız elinizdeki fidanı dikin’ sözünün anlamı budur. Dünya sizin babanızın malı değil, bundan sonra da hayata gelecek olanların malıdır demektir bu. ‘Önünüzden bir nehirden abdest alıyorsanız bile israf etmeyin’ sözü de sizden sonra oraya da uzanacak ellerin o suda hakkı var demektir. Dünyada kimse açlıktan ölmüyordu. Ama şimdi mango tarlalarında çalışan insanlar açlıktan ölüyor. Batı medeniyeti iflas etti Batının bu oburluğu nasıl önlenecek? Bu sadece Batı’nın problemi değil, batılılaşmış bütün beyinlerin problemidir. ‘Dünya benim malımdır’ gözüyle bakan herkes, emperyalist düşüncenin yanında yer alıyor demektir. Bu doğu batı meselesi de değildir. Batı’nın içerisinde de problemler vardır. Batı’daki refah artışından istifade edemeyen milyonlarca batılı vardır. ABD’de 35 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Avrupa’nın şehirlerinde binlerce insan evsiz yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik alabildiğince artıyor. Bu ben dünyaya sahibim istediğimi yaparım anlayışıyla çözülemeyecek bir sorundur. O zaman önümüzdeki yıllarda bu yoksulluk, sosyal patlamalarla kendini gösterecektir mutlaka… 2020 yılına geldiğimizde sokakta dolaşan 2 kişiden birinin 60 yaş üzeri olduğu zengin ülkeler göreceğiz. Büyük bir zenginlik oluşturmuş ama bunu da kendi içinde paylaşmayan ve nüfusu hızla azalan zengin kuzey ülkeleri göreceğiz. Güneyde ise yoksul ve giderek daha da yoksullaşan, kitlesel ölümleri artan, nüfusu dünya ölçeğinde hızla artan güney ülkeleri. Bu sürdürülebilir bir sistem değildir. Bırakın dini ve politik ayrılıkları bir kenara… İnsanlar sırf yaşamak için kendi ülkelerini terk edecekler ve zengin kuzey ülkelerine karşı çok ciddi bir göç baskısı olacak. Yoksa ayakta kalamayacak insanlar. Bugün bunun örneğini görüyoruz. Hemen hemen her gün bir göçmen gemisi batıyor ya da karaya oturuyor. Amerika, Meksika sınırına utanç duvarı çekebiliyor. Avrupa en önemli sorunlardan biri olarak kaçak göçmenleri gösteriyor. Bunlarla başa çıkamıyor ve çıkması da asla mümkün değil. Peki, bu sistem iflas ederse bunun altında kim kalır? Bütün bunların sonucu, batı dünyasını bir paradigma iflasına götürür. Bu yaşandığı zaman bunun altında kalacak olan yoksul güney olmayacaktır. Bunun altında kalacak olan 200 yıldır bu paradigmayı dünyaya dayatan zengin kuzey olacaktır, batı ülkeleri olacaktır. O zaman önümüzde bir tek yol kalıyor. Dünya’ya egemen olanların inadı bırakarak “Biz dünyayı daha adil daha paylaşımcı, dünyanın zenginliklerini daha dengeli paylaştıracak bir sisteme ihtiyacımız var” anlayışına gelmeleri. Benim şahsi kanaatim batılı/ emperyalist bir düşünce biçimiyle bunun olması mümkün görünmüyor. Önümüzdeki günlerde daha çok özgürlük talep eden, daha çok adalet isteyen, daha çok dünyanın nimetlerinden faydalanmak isteyen geniş, aç bırakılmış kitlelerin sesi daha gür çıkacaktır. Ve küresel anlamda bu mazlum kitleler, öncülük edecek yeni bir paradigmayı, yeni bir sesi ve yeni bir medeniyeti beklemektedirler. Ben İslam coğrafyasının, Müslüman medeniyetinin değerlerinin bütün dünyada öncülük yapmak için büyük bir avantaj sahibi olduğunu düşünüyorum. Eğer değerlendirebilirsek özgürlükçü, adaletçi prensiplerimizi reçete olarak ortaya koymak mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Türk tarımı bilinçli bir şekilde yok edildi Türkiye’de de büyük bir kriz var. Yanlış politikalar tarımı iflas noktasına getirdi. Hükümetin politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin bölgenin lideri olmaması için yapılanları 1970’lerden bu yana görüyoruz. Mesele sadece tarımda yapılan yanlışlar değil. Global bir politika inşası ile ilgili yanlışlar var. Türkiye özetle büyük bir medeniyet potansiyeli olan bir ülke olarak yer kürede yeni bir alternatifin öncüsü olmasın diye baskı altında tutuluyor. Dünya Bankası ve özellikle IMF ile Türkiye’nin ekonomik yapısı kontrol ediliyor. 1970’li yıllarda ikinci dalga dediğimiz sanayi dalgasının altında kalmamak için canla başla mücadele ederken, ‘o zaman efendim ne demek Türkiye bir tarım ülkesi olsun’ diyorlardı. Ondan sonra Türkiye sanayileşmesini vaktinde tamamlayamadığı için ikinci dalganın altında kaldı. Sanayi ötesi toplum üçüncü dalga olarak ortaya çıktığında Türkiye küresel sermayenin operasyonlarına açık bir hale geldi. IMF, Türkiye’de 5 şey öngördü ve bunların hepsini gerçekleştirdi. Tarım üzerinde operasyon yapıldı ve toplum tarımdan uzaklaştırıldı, net tarım ithalatçısı durumuna düşürüldü. Bu politikalar ile birlikte ekonomik yapı değiştirildi. Türkiye bu noktalara makro bir plan çerçevesinde getirildi. Türkiye eğer bu şekilde devam ederse 2010 yılından sonra GSMH’sinin tamamı kadar bir borç stoku ile karşı karşıya kalacaktır. Bunun bir tane karşılığı vardır. Bu ülkeye politik olarak müdahale edilir. Türkiye’nin geçen 10 yılda GSMH’si ciddi bir şekilde arttı. Ama bu gelir adaletli bir şekilde dağıtılmadı. Bir yandan Kitleler yoksullaştı, diğer yanda 25 tane dolar milyarderi oldu. Yani bu kazançlar millet çoğunluğuna yansımadı. AK Parti yüzde 47 oy oranına nasıl ulaştı? 2007 seçimleri çok özel şartlar altında geçti. Birincisi, zaten seçim süreçlerine girmeden evvel, iktidar partisi toplum tarafından alternatifsiz bir parti olarak algılandı. Yani demokrasi içinde başka bir alternatifi olmayan bir parti olarak algılandı. İkincisi ise CHP ile ortaya çıkan gerilimdir. Yani sağcılar o tarafa, solcular bu tarafa diye halk bir kutuplaşmanın içerisine sokuldu. 3 Kasım 2002’den itibaren bu böyle yapıldı. Bu anlamda halkın büyük bir çoğunluğunun temsilcisi AKP gibi göründü. Bir de üstüne üstlük 27 Nisan süreçleriyle başlayan bir dönem ve cumhurbaşkanlığı sürecine ilişkin kriz, toplumu çok büyük bir gerilimin içine soktu. AKP’nin alternatifsiz görünmesi, CHP başta olmak üzere belli kesimlerle AKP arasında gerilimin olması, 27 Nisan benzeri ortaya çıkarılan krizler, doğrudan AKP’ye yaradı. 22 Temmuz seçimlerinde AKP’ye muhalif görünen hemen herkes AKP’ye çalıştı. Dolayısıyla da seçime gidildiğinde halkın önünde AKP’den başka bir alternatif görünmedi ve böyle bir tercih yaptı. 22 Temmuz seçimlerinde AKP veya CHP’nin vaat ettiği somut bir şey akıllarda var mı? Hayır yok. Sadece dediğim gibi millet bu üç temel durumdan dolayı AKP’ye bu görevi verdi. Bir de özellikle geçen dönemde yarım bırakılan bazı tasarılara, halkın yaşam standartlarını yükseltme ve statükoyu değiştirmek gibi halkın taleplerine bir başka talep daha eklendi 22 Temmuz’da. Yeni ve özgürlükçü bir anayasanın yapılması talebi... Ama ne yazık ki seçim sonrasında bu gelişen yeni kriz dönemi, aslında bütün bunların konuşulmasını da bir yerde kenara koymuştur. Parti kapatmalar asla tasvip edilemez Yıllardır askeri darbelerle Türk demokrasisine ara veriliyor. Fakat son dönemlerde bu darbeler biraz postmodern bir yapı kazandı. Partiler halk tarafından seçiliyor fakat bu partilerin iktidarda kalmaları engelleniyor. Siz bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu Türk siyasetinin çok temel bir yapısal sorunudur. Yani bir memlekette demokrasi varsa, bu demokrasi bütün kurum ve kurallarıyla işlemelidir. Demokrasinin sahibi de, denetleyicisi de, seçicisi de, görevden alcısı da milletin kendisidir. Kendisi olması gerekir. Olgun demokrasilerde hiç kimse birilerinin lehine ya da aleyhine bir yarışın içerisine sokulmamalıdır. Herkes eşit şartlarda, hiçbir ayrıcalık ya da ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaksızın yarışını sürdürmelidir. Bunlar demokrasinin çok temel kurallarıdır. Ve tabi nihayetinde millet egemenliği dediğimiz şey, reylerini vererek gerçekleşir. Hele geldiğimiz bu noktada, Türkiye’nin artık bunları konuşmuyor olmasını temenni ederdik. Türkiye’de milletin oyuyla seçilmiş hiçbir partinin olağandışı yollarla kapatılması ya da yasaklanması sona ermiş olmalıdır. Bunlar kim ve ne adına yapılıyor olursa olsun tasvip etmek mümkün değildir. ‘Bu partinin ya da partilerin kapatılması bizim işimize yarar’ diye düşünenler de bilmelidirler ki bu onların da aleyhinedir. Nitekim geçmişteki müdahaleler şunu ortaya koydu; bu müdahalelerin hepsinin ortak tarafı sonuçta milletin aleyhine sonuçlar oryaya çıkarmış olmasıdır. Ama bundan çok daha önemli bir sonuç var: kim ne amaçla müdahale yapmışsa beklediğinden daha farklı bir sonuçla karşılaşıyor. Yapılan darbelerle kapatılan ya da cezalandırılan siyasi partilerin devamı olan partiler iktidara geldi. 12 Eylül dört büyük siyasi hareketin liderini tasfiye etti, ama sonraki süreçte bu dört liderin hepsi de daha görkemli bir şekilde siyasi hayata döndüler. 28 Şubat’tan sonraki süreç de çok açıktır. Dolayısıyla bu müdahaleleri yapanlar niçin yapıyorlarsa sonuçları onların amaçlarına hizmet etmiyor. Dolayısıyla da bunun artık geride bırakılmış olması gerekmektedir. Biz AKP aleyhine açılmış olan bu kapatma davasının en kısa sürede AKP’nin lehinde sonuçlanmasını temenni ediyoruz. Bu aynı zamanda demokrasinin lehine olacak bir durumdur. AKP’nin ciddi bir çoğunluğu var mecliste. Yapması gereken bir şeyler yok mu? AKP’nin üzerine düşen görev özgürlükçü ve demokrat bir anayasa yapmaktır. Türkiye’de herkes sivil ve daha demokrat bir Anayasa istemektedir. Ama Türkiye’de bugüne kadar yapılmış anayasa değişikliklerinin tamamı ne yazık ki ya AB istiyor diye ya da askeri yönetimler tarafından yapılmıştır. AKP’nin elinde hem geçen dönemde hem de bu dönemde anlaşarak ve uzlaşarak geniş bir ara kesit bularak bireyi özgürleştiren yeni bir Anayasa değişikliği yapma imkânı ortaya çıkmıştır. Özellikle de son seçimden sonra millet tarafından görev olarak verilmiştir. Anayasa değişikliği tartışmaları da çok yanlış mecralara çekilerek ne yazık ki engellenmiştir. Şu an için bile AKP’nin başta partileri kapatmayı zorlaştırmak olmak üzere, bütün özgürlüklerin önünü açacak bir Anayasa değişikliğini acilen parlamentoya getirmelidir. Bu değişikliğe diğer siyasi partiler de destek vermelidir. Ben bu kapatma davasını AKP’nin bir fırsata dönüştürmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu zordur, risklidir ama bir siyasi irade koydukları takdirde bu sorunu aşabilecekleri aşikârdır. Kişilere yönelik yasakları nasıl değerlendiriyorsunuz? Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bu davaya konu olan herkesin siyasi yarışa katılması gerekir. Hiç kimsenin anti demokratik yöntemlerle siyasi arenanın dışına itilmesi asla doğru değildir. Siyasal partiler halka açık değil Siz sık sık Türk siyasetinin yapısal sorunlarından söz ediyorsunuz. Bu açıdan bir çözümleme yaparsak, bu sorunların düzelmesi için ne yapılmalı? Türk siyasetinin 4 tane yapısal sorunu vardır. Bunlardan birisi bürokratik oligarşidir. Bugün Türkiye’de halk tarafından denetlenmeyen bir takım bürokratik adacıkların kontrolünde olan bir siyasal sistem işlemektedir. Bu da üç halka şeklinde gelişmiştir. 1960 ihtilali ile yargı sistemi, 1980 ihtilali ile YÖK aracılığıyla eğitim sistemi, 2000 yılında imzalanan IMF protokolü ile birlikte ekonomi yönetimi millet denetiminin dışına çıkarılmıştır. Bugün ekonomi 43 üst kurul tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’de parlamento olmasa dahi bu kuruluşlar vasıtasıyla sistem işlemektedir. Bu durumun milletin lehine değiştirilmesi gerekir. Bu kuruluşlar lağvedilsin demiyorum ama bu kuruluşların yapısının millete hesap verebilir hale getirilmesi gerekir. AKP bunu yapsaydı, bugün kapatma davası ile karşı karşıya kalmayacaktı. Partiler millete açık mı? Türkiye’de Halka açık bir demokrasi var mı? Kesinlikle hayır. Siyasetin yapısal sorunlarından birincisini bürokratik oligarşi olarak tanımlıyorsak, ikincisini “oligarşik demokrasi” diye tanımlayabiliriz. Örneğin, İstanbul’da 70 milletvekili seçildi halkın yüzde biri bile milletvekillerinin ismini hatırlamaz. Çünkü milletvekilleri parti genel başkanları tarafından belirlenir. Burada da, siyasi partiler yasasında, seçim yasasında gerekli değişiklikleri yaparak demokrasiyi halka açmak zorundayız. Halkla organik bağı olan insanların seçilmesini sağlayacak, ortamın oluşturulması gerekir. Üçüncü sıkıntı nedir? Türkiye’de bilgiye dayalı bir siyaset yapılmıyor siyaset daha çok gerilimler ve karşıtlıklar üzerine kurulu. Bu durum özellikle merkez partilerin işine yarıyor ve ortaya çıkan gerilimden oy alıyorlar ama bu milletin aleyhine oluyor. 1980 öncesinde eğer Adalet Partisi ile CHP arasındaki gerilim olmasaydı, 12 Eylül ihtilali olmayacaktı. Benzer bir şekilde 6 yıldır CHP ve AKP arasında yaşananlar da aynıdır. Eğer Cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşma yolu seçilmiş olsaydı belki de kapatma davası olmayacaktı. Türk siyasetinin bu gerilimden kurtarılması ve siyasetin bilgiye dayalı hale getirilmesi gerekiyor. Mesela, 2030 yılında Avrupa Birliği nasıl olacaktır. Dünyadaki neoliberal politikalar nasıl seyredecektir ve Türkiye’nin buna karşı cevapları nedir? Dış politikada Türkiye nereye gelmek istiyor? Bunlar laflarla, sloganlarla olacak işler değil. Bilgiyi stratejik hale getirerek, dosyalar hazırlayarak ve bu dosyalar üzerinden siyasetin seviyesini yükselterek Türkiye’nin dünyanın güçlü ülkeleri arasına sokulması üzerine çalışılmalıdır. Türk siyaseti son yıllarda dışa müdahalelere açık hale mi geldi? Evet. Türk siyasetinin en önemli sorunlarından olan dördüncü soru da budur. Türk siyaseti büyük oranda dışa açık hale gelmiştir. Son parti kapatma davası ile ilgili AB Dönem Başkanı ve Portekiz Başbakanı Barrosso Türkiye’ye geldi. Türkiye’nin bütün kahvehanelerinde Barosso kapatma davası ile ilgili ne söyleyecek diye merak edilir oldu. ABD acaba bu partinin kapatılmasını ister mi istemez mi? Bütün bunlar çok acı şeylerdir ve Türk siyasetinin ne kadar dışa bağımlı hale geldiğinin çok açık delilleridir. Biz nasıl AKP’nin kapatılmasına sonuna kadar karşı isek, dışarıdan birilerinin Türk siyasetine müdahalesine de sonuna kadar karşıyız. Bu sorunların çözülmesi için gerekli yasal düzenlemelerin ve yeniden demokratik değişikliklerin mutlaka yapılması gerekir. Bu imkân var mı? AKP bunu yapabilir mi? Bu imkân vardır. Ama ben AKP’nin bu değişikliği yapmayacağı kanaatindeyim. Müslümanlar Sünnetullah’a göre davranmalı Siz kalabalık bir grupla Endülüs’e gittiniz. Endülüs’te neler yaptınız bizimle paylaşır mısınız? Endülüs derken, Tarık Bin Ziyad’ın İber Yarım Adası’na geçmesi ile başlayan ve 1492 yılına kadar süren 700 yıllık muhteşem bir medeniyetten söz ediyoruz. Dünyanın birçok yerini görmek nasip oldu. Kurtuba Camii, El Hamra Sarayı gibi muhteşem eser görmedim. Sadece bir kubbesi 8700 küsur mermer işlemesi ile yapılmış, hiçbir çivi ve yapıştırıcı kullanılmamış. Asırlardır orada deforme olmadan duruyor. Yine El Hamra Sarayı’nın duvarlarında yazan ‘La galiba illallah’ bu çok çarpıcı bir şeydir. Her medeniyet ortaya koyduğu eserler ile zihin yapısını da ortaya koyar. “Allah’tan başka galip yoktur” El Hamra Sarayı’nı bugün bütün dünyadan herkes ziyaret ediyor ve Saraydaki sütunların dört bir tarafına ‘Ne olursan ol, Allah’tan başka galip yoktur’ cümlesini işlemiş. Batı medeniyetinin ortaya koyduğu en önemli eserlerden birisi uzaya çıkan araçlardır. Uzaya ilk gönderilen uzay laboratuarının adı Challenger idi. Challanger ‘meydan okuyan’ anlamına geliyor. Bir medeniyet düşünün yaratıcısı ve evrenle barışık, bir başka medeniyet ise kavgalı ve meydan okuyor. Evet… Hemen hemen bütün alanlarda bu kadar ileriye gitmiş, İbni Rüşd ve İbni Sina gibi dâhileri yetiştirmiş bu medeniyet nasıl oldu da yıkıldı? İşte, ben bu geziden iki ders aldım. Batı tarih felsefesinde medeniyetler lineer(düz) bir çizgide seyreder. Bir sonraki bir öncekinden daha gelişmiş kabul edilir. İşte, çağdaşlık dediğimiz kavram da buradan ortaya çıkıyor. İslam tarih felsefesinde ise, iki farklı medeniyet çizgisi sürekli yer değiştirir. Yani Habil ve Kabil çizgisi. Hz. Adem’in iyiliği, doğruluğu, adaleti ve maneviyatçılığı temsil eden oğlu Habil ile materyalizmi ve dünyeviliği temsil eden oğlu Kabil. İki farklı medeniyet çizgisi tarih boyunca mücadele ederek yer değiştirir. Peki, bu yer değiştirmeyi sağlayan nedir? İbni Haldun’un nazariyesi. Diyor ki, medeniyetler doğarlar, büyürler ve ölürler. Ya da Kur’an’da anlatıldığı gibi, ‘Biz böylece medeniyeti, zamanı, gücü insanlar arasında dağıtır dururuz” Allah adil olduğuna göre nasıl oluyor da materyalizmi temsil eden bir medeniyet hâkim oluyor ve nasıl oluyor da Endülüs gibi bir medeniyet tepetaklak oluyor? Bu sorunun cevabını doğru algılamadan ne tarihi anlayabiliriz ne de geleceğe ilişkin adım atabiliriz. O da şudur: Allah iki medeniyet çizgisi içerisinde zamanın dağıtılmasını Sünnetullah dediği temel prensiplere dayandırmıştır. Yani toplumsal değişmenin temel yasalarına dayandırmıştır. Çalışan ve toplumsal değişmenin yasalarına uygun davranan milletler gelişmişlerdir. Bunun gereğini yerine getirmeyenler ise Müslüman olsalar dahi çöküşe geçmişlerdir. İnsanlık tarihi boyunca bazı Müslümanların yanlış anladığı şey budur. Müslümanlar ‘nasıl olsa biz daha üstün bir dine sahibiz, dolayısı ile biz zaten başarırız’ diye düşünüyorlar. Bu doğru değildir. Medeniyetlerin yükselmesi çalışmakla, sorunlarını çözmekle, toplumlara ve insanlığa alternatif sunmakla mümkündür. Onun için biz Müslümanlar başkalarına kızmak yerine sahip olduğumuz iddianın gereklerini neden yerine getirmiyoruz, bizim eksikliğimiz, yanlışlarımız nelerdir?. Bunları sorgulamamız lazım. Buradan çıkışın yolu Tarık Bin Ziyad gibi işin icabını yerine getirmektir. Birincisi bu. Benim Endülüs gezisinden çıkardığım ilk ders bu. İkinci çıkardığınız ders nedir? İkincisi bizim medeniyetimiz tarih boyunca farklı dinlerden ve farklı mezheplerden olan insanları bir arada tutabilmiş bir medeniyettir. Ama ne yazık ki, Batı’nın böyle bir tecrübesi yok. Birlikte barış içinde yaşama tecrübesi yok. O günkü Gırnata’da 1 milyon, tüm Endülüs’te milyonlarca Müslüman varken bugün geriye kimse kalmamış, Bütün Müslümanlar kılıçtan geçirilmiş, göç etmek zorunda kalmışlar, bütün kitaplar yakılmış. Oysaki aydınlanmanın temellerinden biri Endülüs’tür. Böyle bir medeniyetin izleri silinmiş ve yok edilmiştir. İkinci olarak öğrendiğim şey; Müslümanlara zillet ve mağlubiyet yakışmaz. Müslümanların mağlup olma hakları yoktur. Müslümanların mağlubiyeti gerektirecek eylemin ya da eylemsizliğin içerisinde bulunma hakları olamaz. Müslümanlar mağlup oldukları zaman geride bıraktıkları bütün medeniyetin birikimleri yok oluyor. Zulüm artıyor. Müslümanlar, Sünnetullah’a uygun davranırsa yeniden yükselişe geçebilir ve asla Müslümanların mağlup olma hakları yoktur. Müslümanlar için zafer önemlidir. İddia ve irade sahibi olan her Müslüman zafere odaklanmak zorundadır. Biz medeniyetimizi yeniden yeryüzünde etkin ve muzaffer hale getireceğiz. Prof.Dr.Numan Kurtulmuş
Haber7 - Milli Gazete - Mustafa Canbey
17 Nisan 2008 Perşembe
Arada bir çok bunaldığınızda...

Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod... Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı... Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde... Deniyordu ki; 'arada bir, çok bunaldığınızda,hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün'... Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum... Ama ' kendi ölümümüzü ve cenazemizi ' düşünmemiz tavsiye ediliyordu... Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığınıdüşündüm o an... Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim... Diyordu ki; ' bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız... özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın... O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün... Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin... Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz... Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini... Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin... ************** Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım... Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine... birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini... hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı... görüyordum işte 'babaaaa...' diye ağlayan biricik oğlumu... Eşim kucağında 'ağlayan emanetimle' ayakta durmaya çalışıyordu perperişan... Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla... Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını... Kardeşlerim, akrabalarım 'çok erken gitti, doyamadı oğluna..'diyordu acıyan ses tonlarıyla... Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı... Bazısı 'daha dün birlikteydik, nasıl olur..' diyordu... Bunları seyredip onlara 'hayır ölmedim, burdayım..' demek istedim hayal olduğunu unutup... Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını okumadan kitabın... ************* Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar...Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim... Almam gereken dersi ve mesajı almıştım... Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum... Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum... Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik... Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline... Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı... Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında... Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek ben konuşturacaktım hayalimde... İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak...Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım... Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin... Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti.. ağlayacaktı aklına geldikçe... Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları... Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu... 'hayal - meyalhatırlıyorum be baba seni... Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle... Bak mezuniyet törenimde de babasızdım... Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine...' diyecek canı yanarak bir köşede... Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum... Nasıl dayanır bensizliğe ?... O ki, benim için herşeyini feda edip koşmuştu bana... Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı... Bir daha ' Seni seviyorum 'diyemeyecekti... Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı... Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne... Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün... Tek cümlesi takıldı o an içime; ' Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?...' Babam-annem, o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar... Helaldi şüphesiz hakları... Bilerek hiç kırmamıştım onları... Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım.... Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak... Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir anlardan olsa gerek... ************* Diğerlerine geçmiyorum... Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre 'diğerlerine' artık sizler de dahilsiniz... Düşünün, birgün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza 'ölmüş' diye... Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız... Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi... Oysa ki yazarın amacı ' Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini ' göstermekti... Benim de öyle... Lafı çok uzattım farkındayım...Ama hayat dediğimiz çözümü zor süreç ; 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı... Ben o gün kurduğum o hayalle, canımın tüm yanmasına rağmen YENİDEN DOĞDUM... Bilgisayar diliyle 'format attım hayatıma'... Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim... Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş, oyun perde demişti... Peki ya hayal değil de,gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzerekapansaydı... İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı... Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını getirirseniz buna değer bence... Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim... Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki... Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın... LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN, DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN... Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok...İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin... Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin... Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...,sevginizi ve verdiğiniz değeri haykırın onlara iş işten geçmeden...Ve en önemlisi ; VERDİĞİ -VERMEDİĞİ, ALDIĞI - ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A...
3 Nisan 2008 Perşembe
'İş Dünyasında, değerler eğitimine ihtiyaç var'

İslam'ın, kul hakkı, işçi işveren ilişkileri, asgari ücret gibi konularda da evrensel ilkeler sunduğunu belirten UTESAV, "Bu ilkeler Müslüman işadamının en önemli referansı olmalıdır"
UTESAV'a göre: İslam, çağdaş dünyaya pek çok konuda olduğu gibi; maruf, kul hakkı, işçi işveren ilişkileri, asgari ücret gibi konularda da evrensel ilkeler sunmaktadır ve bu ilkeler Müslüman işadamının en önemli referansı olmalıdır.
Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından periyodik olarak düzenlenen Beyin Fırtınası toplantıları devam ediyor. "Ekonomik Kalkınma ve Değerler" konusunun daha kapsamlı bir şekilde ikinci kez masaya yatırıldığı toplantıda; "İslam, çağdaş dünyaya pek çok konuda olduğu gibi; maruf, kul hakkı, işçi işveren ilişkileri, asgari ücret gibi konularda da evrensel ilkeler sunmaktadır ve bu ilkeler Müslüman işadamının en önemli referansı olmalıdır" görüşü benimsendi.
Programın açılış konuşmasını yapan UTESAV Başkanı İsrafil Kuralay, "Ekonomik kalkınma ve büyüme sürecinde değerlerimiz göz ardı ediliyor. Kimliğimizi koruyarak iktisadî anlamda bir kalkınma programı gerçekleştirmeliyiz" dedi. Kuralay, Türkiye'deki kalkınma planlarının toplumsal dinamikler ve değerler dikkate alınmayarak hazırlandığını belirterek, bunun sonucunda da ortaya sosyal yönü eksik iktisadî programlar çıktığını vurguladı.
OSMANLI'YI AYAKTA TUTAN AHİLİK'Tİ
20'ye yakın Akademi, basın ve iş çevrelerinden farklı birikimlere sahip katılımcılar davet edilerek, kalkınma ve değerler ilişkisi farklı boyutlarıyla ele alındığı toplantıda konuşan Prof. Dr. Recep Şentürk, "Geleneğimizde meslekî eğitimle manevî eğitimin birlikte yapıldığını görüyoruz. Ahilik kültürü; İşçisi, işvereni ile tüm iş kesiminin sürekli bir eğitim faaliyeti içinde olduğu bir yapıdır. Günümüzde manevî eğitimin eksikliği, iş dünyasında da çok fazla hissediliyor. Bugün İş dünyasında değerler eğitimine ihtiyaç var. Osmanlı toplumunun yüzyıllarca ayakta kalmasının en önemli faktörlerinden biri ahilik teşkilâtıdır. Bu kuruluşlarda değerlere çok önem verilmiştir. Ahilik sisteminde İnsanlar hem meslekî hem de manevî açıdan sürekli eğitiliyorlardı" dedi. 29 Mart 2008 tarihinde Sütlücedeki UESAV Genel Merkez'inde geçekleşen toplantının ardından hazırlanan ve kamuoyu ile paylaşılmasında önem olduğuna kanaat getirilen toplantı sonuç bildirisinde şu kısımlar yer aldı:
AHLAKİ DEĞERLERİ ANLATAN EL KİTAPLARI HAZIRLANMALIDIR Modern hayat ve ekonomiye dair evrensel bir kriz var. Bu duruma karşı alternatif arayış sadece Müslümanlara has değildir. Çinliler, Yahudiler modern ekonomik yaklaşımları hep eleştiriyorlar. Ortak bir krize karşı, evrensel bir arayış içinde olmalıyız. Ekonomiyi biz en basit ihtiyaçları giderme disiplini olarak tanımlarsak, insanın 24 saat içindeki tüm zamanı ekonominin içine girer. Bu anlamda maişet kavramı hepsini özetliyor. iş dünyasına yönelik olarak ahlaki değerleri anlatan el kitapları hazırlanmalıdır. İşçi işveren ilişkileri konusunda İslam'da olan değerler, evrensel bir yaklaşım olarak bütün dünyaya sunulabilir.
Adil ücret: Piyasanın belirlediği spekülatif olmayan ücret olmalı Asr-i saadet döneminde kamu personeli statüsündeki kişiler için Hz. Peygamber, "Bizim görevlendirdiğimiz kişiler evli değilse evlenebilsin, evi yoksa ev edinsin. Bineği yoksa binek edinsin, kölesi yoksa köle edinsin" diye buyuruyor. İktisadî ve toplumsal açıdan aslî ihtiyaçların giderilmesine yönelik bir asgarî geçim standardının belirlendiğini görüyoruz. Hz. Ömer'in de asgari geçim standardını gerçekleştirmeyi hedeflediği biliniyor. Adil ücret meselesini âlimler hep tartışmıştır. Alimler adil ücreti; piyasanın belirlediği spekülatif olmayan ücret olarak tanımlamışlardır.
Evrensel değerlerimizin temelinde yer alan bazı ilkeler Bu ilkeler şu şekilde özetlenebilir: Evrensel anlayışımızda 3 temel faktör vardır: Tevhit anlayışı, Adâlet anlayışı ve Denge.
Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı (UTESAV) tarafından periyodik olarak düzenlenen Beyin Fırtınası toplantıları devam ediyor. "Ekonomik Kalkınma ve Değerler" konusunun daha kapsamlı bir şekilde ikinci kez masaya yatırıldığı toplantıda; "İslam, çağdaş dünyaya pek çok konuda olduğu gibi; maruf, kul hakkı, işçi işveren ilişkileri, asgari ücret gibi konularda da evrensel ilkeler sunmaktadır ve bu ilkeler Müslüman işadamının en önemli referansı olmalıdır" görüşü benimsendi.
Programın açılış konuşmasını yapan UTESAV Başkanı İsrafil Kuralay, "Ekonomik kalkınma ve büyüme sürecinde değerlerimiz göz ardı ediliyor. Kimliğimizi koruyarak iktisadî anlamda bir kalkınma programı gerçekleştirmeliyiz" dedi. Kuralay, Türkiye'deki kalkınma planlarının toplumsal dinamikler ve değerler dikkate alınmayarak hazırlandığını belirterek, bunun sonucunda da ortaya sosyal yönü eksik iktisadî programlar çıktığını vurguladı.
OSMANLI'YI AYAKTA TUTAN AHİLİK'Tİ
20'ye yakın Akademi, basın ve iş çevrelerinden farklı birikimlere sahip katılımcılar davet edilerek, kalkınma ve değerler ilişkisi farklı boyutlarıyla ele alındığı toplantıda konuşan Prof. Dr. Recep Şentürk, "Geleneğimizde meslekî eğitimle manevî eğitimin birlikte yapıldığını görüyoruz. Ahilik kültürü; İşçisi, işvereni ile tüm iş kesiminin sürekli bir eğitim faaliyeti içinde olduğu bir yapıdır. Günümüzde manevî eğitimin eksikliği, iş dünyasında da çok fazla hissediliyor. Bugün İş dünyasında değerler eğitimine ihtiyaç var. Osmanlı toplumunun yüzyıllarca ayakta kalmasının en önemli faktörlerinden biri ahilik teşkilâtıdır. Bu kuruluşlarda değerlere çok önem verilmiştir. Ahilik sisteminde İnsanlar hem meslekî hem de manevî açıdan sürekli eğitiliyorlardı" dedi. 29 Mart 2008 tarihinde Sütlücedeki UESAV Genel Merkez'inde geçekleşen toplantının ardından hazırlanan ve kamuoyu ile paylaşılmasında önem olduğuna kanaat getirilen toplantı sonuç bildirisinde şu kısımlar yer aldı:
AHLAKİ DEĞERLERİ ANLATAN EL KİTAPLARI HAZIRLANMALIDIR Modern hayat ve ekonomiye dair evrensel bir kriz var. Bu duruma karşı alternatif arayış sadece Müslümanlara has değildir. Çinliler, Yahudiler modern ekonomik yaklaşımları hep eleştiriyorlar. Ortak bir krize karşı, evrensel bir arayış içinde olmalıyız. Ekonomiyi biz en basit ihtiyaçları giderme disiplini olarak tanımlarsak, insanın 24 saat içindeki tüm zamanı ekonominin içine girer. Bu anlamda maişet kavramı hepsini özetliyor. iş dünyasına yönelik olarak ahlaki değerleri anlatan el kitapları hazırlanmalıdır. İşçi işveren ilişkileri konusunda İslam'da olan değerler, evrensel bir yaklaşım olarak bütün dünyaya sunulabilir.
Adil ücret: Piyasanın belirlediği spekülatif olmayan ücret olmalı Asr-i saadet döneminde kamu personeli statüsündeki kişiler için Hz. Peygamber, "Bizim görevlendirdiğimiz kişiler evli değilse evlenebilsin, evi yoksa ev edinsin. Bineği yoksa binek edinsin, kölesi yoksa köle edinsin" diye buyuruyor. İktisadî ve toplumsal açıdan aslî ihtiyaçların giderilmesine yönelik bir asgarî geçim standardının belirlendiğini görüyoruz. Hz. Ömer'in de asgari geçim standardını gerçekleştirmeyi hedeflediği biliniyor. Adil ücret meselesini âlimler hep tartışmıştır. Alimler adil ücreti; piyasanın belirlediği spekülatif olmayan ücret olarak tanımlamışlardır.
Evrensel değerlerimizin temelinde yer alan bazı ilkeler Bu ilkeler şu şekilde özetlenebilir: Evrensel anlayışımızda 3 temel faktör vardır: Tevhit anlayışı, Adâlet anlayışı ve Denge.
29 Mart 2008 Cumartesi
Derin Devlet için kim ne düşünüyor ?

Profil Yayınlarından Cem Küçük'ün editörlüğünde yayınlanan Derin Devlet adlı kitap konu hakkında araştırmalarda bulunan ve bunları kaleme alan 10 ünlü ismin görüşlerini içeriyor. Gündemin en önemli tartışmalarından biri olan bir olguyu, her açıdan sorulamayan ve ilginç görüşlere yer veren Derin Devlet adlı kitapta kimin ne dediğini tabi ki özetlemek mümkün değil. Ancak kitabın neler içerdiğini sizlere ana hatlarıyla tarif edebilmek için her uzmanın görüşlerinden kısa birer bölüm yansıtmayı uygun gördük... KİM NE DÜŞÜNÜYOR?
1. Erol Mütercimler • Ülkemizde derin devletin olmamasını asker, hükümet ve cumhurbaşkanlığı makamı arasındaki uyuşmazlığa ve iletişimsizliğe bağlayanlar da var. Asker hükümetten hoşlanmıyor, hükümet cumhurbaşkanını sevmiyor. Gerçi şu anda cumhurbaşkanıyla hükümet arasında görünürde bir sorun yok. Bizde kolektif bir anlaşma olamamasından dolayı bir derin devlet yapısının çıkmaması fikrine katılıyor musunuz? Tabii. Yalnızca bu üçü arasında değil Türkiye’de bütün kurumlar arasında bir ilişki, bir eşgüdüm ne yazık ki kurulamıyor. Bu eşgüdümünün kurulamayışının çeşitli nedenleri var. Dünyada da bu eşgüdüm kurulabiliyor mu, diye sorarsak dünyada da bu eşgüdüm çok kurulamıyor. Neden? Çünkü Cumhurbaşkanlığı müessesi ile hükümetin müessesi farklı. Silahlı Kuvvetler çok farklı bir kurum. Çok farklı bir müessese. Şimdi Cumhurbaşkanı devletin temsilcisi. Oysa ki hükümet adı üstünde… Hükümet. Hükümetin devlet olmasını beklemeyin. Zaten hükümet devlet değildir. Dolayısıyla hükümet bir ideolojinin temsilcisi, hele tek partili bir hükümet ise bu tamamen ideolojilerini yansıtır. Hükümetin refleksi ile devletin refleksi örtüşme göstermeyebilir. İşte Cumhurbaşkanı ile hükümet arasında, ordu ile hükmet arasında, ordu ile Cumhurbaşkanı arasında bir çatışma söz konusu olamaz da bir örtüşememe durumu olabilir. Bu da neden? Türkiye üzerinden konuşursak, Türkiye’de ordunun özel bir durumu var. Milli İstihbarat Teşkilatı’nı derin devlet bağlamında nereye koyuyorsunuz? Şimdi dünyadaki örneklerine baktığımız zaman ulusal istihbarat teşkilatlarının derin devletle her zaman bağlantısı vardır. Bu nedenle istihbarat teşkilatları eylemlerinde, operasyonlarında kendilerinin gün yüzüne çıkamayacakları, çıktıklarında sakıncalar doğuracağı bütün operasyonlarda taşeronlar kullanır. Tüm operasyonlarda adına derin devlet dediğimiz bağlantı odaklarını kullanır. Bunlar illegal kurumlar, kuruluşlardır, çünkü onlar operasyonu yapar, ama istihbarat örgütü ortada görünmez. Yani MİT’in böyle olayları var mıdır derseniz somut olarak bir şey söyleme şansım yok. MİT’in içinde değilim. MİT Müsteşarı da değilim. Ama dünyadaki örneklerine baktığınız zaman işte Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılananlar açıklanıyor. İşte MOSSAD’ın yaptıkları ortada. Bunlar açıklanıyor, ortaya çıkıyor. İşte Almanya’da Baider-Mainhoff çetesinin ortadan kaldırılması olayında olduğu gibi, İtalya’daki Kızıl Tugaylar meselesinde, Aldo Moro cinayetinde olduğu gibi pek çok eylem var. İşte en son Benazir Butto suikastında görüldüğü gibi bunlar oluyor.
2. Mahir Kaynak • Yakın zamanlarda yaptığınız açıklamalarda derin devlet kavramının içinin boşaltıldığını ve bunun yerine akil devlet kavramını kullanacağınızı söylediniz. Buna niye ihtiyaç duydunuz? Neticede derin devlet kavramını da ilk kullanan sizsiniz. Benim kesinlikle karşı olduğum, devlete rağmen faaliyet gösteren yeraltı örgütlerine derin devlet adı verildi. Yeni tanımlama o kadar yerleşti ki, benim başlangıçta yaptığım tanımlama unutuldu. Asıl önemlisi derin devletin konumu ters yüz edildi. Ben onu üstün bir akıl, ülkenin en etkili gücü olarak tanımlarken birden bire büyük güçlerin kullandığı, derin devletlerin maşası olan örgütler derin devlet olarak anılmaya başlandı. Bu algılamayı değiştirmenin mümkün olmadığını görüyorum ve derin devlet olarak tanımladığım akla bundan sonra “Akil Devlet” adını veriyorum. Akil devletin rolü bugün algılanandan tamamen farklıdır, hatta ona karşıdır. Hiçbir faaliyeti meşruiyet dışına taşmaz. Çünkü bir davranışın meşruiyetinin sınırlarını çizen odur. ... “Türkiye’de derin devlet olmadığı için bugünkü sorunlarını çözemiyor. Böyle bir yapı olsa Türkiye meselelerini daha kolay halleder. Oysa dünyada büyük güçleri temsil eden devletlerin hepsinin içerisinde, görünen yöneticilerin arka planında bir derin devlet vardır.” Buna da en iyi örnek, o günlerde tarihe gömülmüş olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasında rol oynayan aktörlerdi.... Derin devlet nasıl bir formatta olmalıdır? Herhangi bir ülkedeki derin devlet, diğerlerine benzemez, çünkü derin devletin oluşması tarihi bir sürecin içerisinden geçer. Bir ülkenin tarihi geçmişi ve özel yapısı, oradaki derin devletin niteliğini belirler. ABD’yi kuran, özel teşebbüstür. Onu için derin devlet dediğimiz şey, özel teşebbüs içerisinde yuvalamıştır. Sovyetler Birliği’nde ise derin devlet yapılanması, gizli servis içerisindedir. Türkiye’de eğer kurulursa her iki devletinkine de benzemeyecek ve ordu etrafında kurulacaktır. Çünkü Türkiye’de siyasal açıdan deneyimli olan, siyasal kararları veren güç, esas itibariyle ordudur. Ordu Cumhuriyet’in de kurucusudur. Türkiye’de istihbarat servisi böyle bir fonksiyona ve yapıya sahip değildir; onun için derin devlet rolünü oynayamaz. Olursa, ordunun etrafında olur. • Derin devletin en temel özelliği nedir? Bağımsız olmasıdır. Amerika’da, İngiltere’de derin devlet bağımsızdır. • Siyasi iktidara bağlı mıdır? Hayır, bağlı değildir. Siyasi iktidar onların verdiği kararların uygulayıcısıdır. Şöyle söyleyebiliriz: Önce, ülkenin geleceğe yönelik politikaları belirlenir. Sonra, siyasi yapıya buna uygun bir görünüm verilir. Herkesin zannettiği gibi iktidara gelenler politikayı oluşturmazlar. Oluşan politikaya göre iktidarlar yönetime getirilir. 3. Deniz Ülke Arıboğan Türkiye’nin derin devleti, liberal teori ile tam anlamıyla uyum sağlayamayan, birey ve toplum için neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleme alışkanlığı olan bir devlet geleneğinin uzantısıdır. Toplumun farklı katmanlarınca “iyi” ya da “kötü” olarak kategorileştirilen bu amorf yapı, varlığını özellikle güvenlik sorunları ortaya çıktığında daha da rahat meşrulaştırabilmektedir. Bu nedenle de güvenlik sorunlarından beslenmektedir. Devletin kendi derinliğinde boğulmaması için, bıraktığı yasal boşluğun işlevsel değil, yasal aktörlerce doldurulması önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir ülkede gölgelerin kapladığı alanın büyümeye başlaması, o ülkede güneşin battığı anlamına gelmektedir.
4. Emin Gürses
Devlet, toplumdaki gücünü meşru kılmak ve devam ettirmek için gerekli çabayı göstererek halka, devletin toplumdaki sınıf çıkarlarını korumada tarafsız bir otorite olduğunu inandırmaya çalışır. Devletin bir yapılanma olarak toplumdaki hâkim sınıf da dahil olmak üzere değişik sınıflarla anlaşmazlık içerisinde olabileceği de düşünülebilir. Bu durumda anlaşmazlığın çözümünün zorlaşacağı aşikârdır. Uluslararası sistemde bir devletin diğer devlet/devletlerle uyuşmazlığı ona toplumda daha fazla bir otonomi (özerklik) sağlayabilir. Dış tehdidin çoğu kez toplumsal dayanışmayı artırıcı rol oynadığı görülmüştür. Devlet, sosyal grupların taleplerini ve çıkarlarını tam olarak yansıtmayan hedefler belirleyebilir. Bunların uygulanma aşamasında farklı gruplar karşılıklı bir tavize yanaşmazlarsa siyasi kriz kaçınılmaz olabilir. Devleti kontrol eden güçlü bir elit kesimin varlığından söz edilir. Burada sorun, devlet elitlerinin ve ekonomideki diğer kurumlaşmaların çıkarlarının her zaman birbirine uymayabileceğidir. Elitler arasındaki anlaşmazlıklar var olan kaynakların rasyonel kullanılmalarını zorlaştırabilir. Bu durumda da kriz yaşanabilir ve devletin toplumsal otoritesinde sorun yaşanabilir. Günümüzde devletin rekabet içerisinde olan menfaat grupları arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde tarafsız bir hakem rolü üstlendiği iddiası, bireyleri gruplar kurmaya götüren ortak çıkarların tarihsel ve kurumsal geçmişlerini sorunsuz olarak görmesinden doğmaktadır. Toplumdaki bireyler, gruplar vs arasında sosyal-ekonomik ve siyasal eşitsizlikler vardır. Bu eşitsizlikler belirli grupların sosyal, ekonomik ve siyasal çıkarlarını savunma kapasitelerini etkiler. Ayrıca unutmamak gerekir ki, birçok toplumda çoğu gruplar devletten veya devlet kontrollü kurumların bütçelerinden yardım alırlar. Bu durumun bir çeşit bağımlılık ilişkisi yaratacağı ise açıktır. Burada devletin amacı, onların sistem dışına çıkışını ve olası radikalleşmelerini engellemektir. Derin devlet diye de adlandırılan bu güçlerin gayrı meşru faaliyetleri zaman zaman toplumsal kargaşaların yaşanmasının da önünü açmıştır. Soğuk Savaş sonrası yıllarda bu tür örgütlenmeler toplumsal ve uluslararası sorgulamalar nedeniyle önemli sınırlamalarla karşılaşmış, bu süreçte saldırganlıklarını da artırmışlardır. Fakat yeni süreç bu güçlerin yerine yine çoğunlukla emperyal merkezlerin kontrolündeki NGO’ların ikame edilmeye çalışıldığı ve emperyal kontrol mekanizmasının demokrasi ve insan hakları gibi tanımlamalarla meşrulaştırılmaya çalışıldığı dikkati çekmektedir.
5. Erol Bilbilik Derin Devlet emperyalizmin güdümünde olmayan tam bağımsız ulus devlettir. Bu bağlamda Derin Devlet gereklidir. Böyle bir devlette Gizli Servisler devletin bir parçasıdır. Bu bağlamda Teşkilat-ı Mahsusa Derin Devlet’in bir organıdır.
6. John Pilger Liberal demokrasi kolektif bir diktatörlüğe dönüşmeye doğru ilerliyor. Bu tarihi bir değişim ve medyanın bunun görünen sahte yüzü olmasına izin verilmemelidir. Bilakis medyanın kendisi popüler, acil çözüme ihtiyacı olan bir soruna dönüşmeli ve hemen harekete geçilmelidir. Gerçeklerin muhteşem savunucusu Tom Paine insanların çoğunluğu gerçekleri ve gerek fikirleri reddettiğinde kelimelerin Bastille’i dediği fırtına zamanının geleceği konusunda uyarıda bulunmuştu. İşte o zaman bu zamandır.
7. Nuh Gönültaş
11 Eylül günü akan kanın 12 Eylül günü durması gibi... Derin Devlet’in harekât planlarını Kırmızı Kitap belirliyordu. Ama artık bu belgenin uygulanması zora girmiştir. Son birkaç yıldır ortaya çıkan çirkin ilişkiler ağı bu yapıyı gözler önüne sermiştir. Bugüne kadar bu yapı yüzünden sadece AK Parti değil, çok partili sisteme geçişten sonra gelen bütün iktidarlar muktedir olamamışlardır.
8. Ömer Lütfi Mete
Meşhur hikâyedir ya; Napolyon’a sormuşlar:
-Sen hep ‘para para para’ diyorsun… Almanlar ise daima ‘şeref şeref şeref’ diyorlar… Tuhaf değil mi?
-Neresi tuhaf? Herkes kendisinde olmayanı ister! Son yıllarda yağmursuz Türkiye’nin her santimetrekaresine tonla “Derin Devlet” geyiği düşüyor. Sivri topuklu ayakkabı giyen bıçkından ipini koparmış veya emekli olmuş güvenlik birimi mensubuna… Eli kalem tutup karanlık hadiseler hakkında iki lakırdı edebilenden, yeraltı dünyasının liderleriyle poligonlarda birkaç şarjör mermi boşaltmışlığı bulunanlara kadar yüzbinlerce vatandaş karanlıkları görme ve okuma ustası geçinir oldu. Bu kadar Derin Devlet muhabbeti yapılan bir ülkede ya bütün karanlıkları örten veya bulanıklaştıran büyük bir perdeleme düzeneği var veya mahrem işleri gören tutarlı ve sağlam bir yapılanma yok demektir. Benim kanaatim Türkiye’nin Derin Devlet deyimi ile ifade edilecek bir çarkının bulunmadığı yönündedir. Napolyon’un dediği gibi, herkesin kendisinde bulunmayanı istediği doğruysa, bu kadar “derin muhabbet” ancak sığlığın belgesi olabilir. Buna dense dense “Derin Sığlık” denebilir. Türkiye’de Derin Devlet olmadığı için ya tamamen yerli Derin Çete’ler veya yabancı Derin Devlet’lerin uzantısı niteliğinde Derin Çete’ler vardır. Derin Devlet’in yerini Derin Çete’ler doldurmaya kalkıştığı için de benim gözümde Türkiye Cumhuriyeti bugün artık devlet değildir. ...
9. İbrahim Karagül
Hatta Türkiye’yi mensup bazı askeri unsurların İsrail’den Kuzey Irak’a yapılan sevkıyatlara güvenlik sağladığı, aynı birimlerle birlikte yabancı istihbarat mensuplarının Kuzey Irak’tan Türkiye’nin değişik yerlerine yapılan sevkıyatları birlikte yürüttükleri gibi dehşetengiz tezler hep yanıtsız kaldı. Son yirmi yılda Türkiye’nin sorduğu birçok sorunun cevabının bulunamaması gibi… Aslında bütün soruların cevapları bu trafikteydi. Ama kim soracaktı! Afyon’a getirilen patlayıcı ve füzelerin Ankara ve İstanbul’a gönderilmesi gibi. Peşmergeleri eğiten İsrailli uzmanların, Türkiye sınırına birtakım uydu cihazları ve bunlara ait ekipmanlar yerleştirmesi gibi. Trafikte yer alan bazı kişilerin sık sık İsrail’e gitmeleri gibi. 21 Eylül Cuma gecesi 01:40 sularında bir tonunu üzerinde C-3 ve C-4 patlayıcı taşıyan bir aracın İstanbul’a gönderilmesi gibi. Hiçbir zaman yazmaya cesaret edemediğim çok önemli liderlere suikastlar planlandığı iddiaları gibi. Dikkatimi çeken, bu iddialardan bir süre sonra yeni bir çete operasyonu yapılması oldu.
Tekrar soralım: Bu trafiği kimler yönetiyor? İçinde yer alan resmi görevliler kimler? Trafiğin Türkiye tarafından hangi güçler yer alıyor? Türkiye’deki ortakları hangi çevreler? Hangi taşeron çeteleri kullanıyorlar? Amaçları ne? Bu çokuluslu örgütlenmenin kodları ne kadar çözülebilir? Bilmiyoruz. Ancak, Türkiye’de sokakları bölen, kamplaşmalara/çatışmalara yol açan, gördüklerimizin dışında bir başka iradenin var olduğunu biliyoruz sadece. Gördüklerimiz kadarıyla izliyoruz ama sadece izliyoruz…
Bir operasyon, Cem Ersever, Jitem ve Mumcu suikastına ilişkin nice soruları bugüne taşıdı. Taşıyacak da. Ama 15 yıl önceki olayların dışında son beş yılda bu bölgede neler oluyor sorularına ışık tutacak bilgilere ihtiyacımız var. Cesaretle sorular sormaya. Son iki yılda gerçekleşen operasyonların çok büyük olayları, saldırıları, suikastları engellediğine inanıyorum. Önleyici operasyonlar oldu. Ama bu kirli, karanlık ilişkiler ağını aydınlatacak büyüklükte değil. Geriye doğru etkili bir temizlik çok zor, ama mümkün. Okyanus ötesi, kıta Avrupası ve bölge ülkeleri bağlantılı gayri meşru ilişkiler ağı çözülemezse, her iki ayda bir çete operasyonu yapılmak zorunda kalınacaktır. Tabii bu arada yeni Mumcu suikastları olmazsa, bunlara bağlı olarak toplumsal travmalar yaşanmazsa…
10. Cem Küçük
İngiltere Savunma Bakanlığı biyolojik silahlar uzmanı Dr. David Kelly’nin 17 Temmuz 2003’de evinin yakınlarında ölü bulunmuştu. Kelly, İngiliz hükümetinin Irak’taki savaşı haklı çıkarmak için Irak dosyasını abarttığını iddia etmişti.
Bizde devlet kavramından hoşlanmayanlar buldukları her fırsatta devlete yüklenirler. Bazı eleştirilerinde haklı olabilirler, ama çok methettikleri AB ülkelerinde de faili meçhuller hayli yaygındır.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)